11 Kasım 2013 Pazartesi

Narkissos Efsanesinin Ezoterik Yorumu Üzerine

Yunan Mitolojisinde Narkissos’un hikayesi kısaca şöyledir: Narkisos, ırmak ilahı Kephissos ile arındırıcı suların bekçi perisi Liriope’nin oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Bir kahin, ebeveynine Narkissos’un bu dünyada, kendi yüzünü görmediği sürece yaşayacağını bildirir. Narkissos bir gün bir su kaynağına gelir ve suya eğilerek içmeye başlar. Bu sırada suya yansıyan yüzünü görür. Sudaki aksını (kendi yüzünü) gördüğünde kendini hayranlıkla seyre dalar ve kendisine âşık olur. Bu seyirden kendisini alamayan Narkissos giderek hissizleşir, dünyevi yaşamdan uzaklaşır, yaşama gözlerini yumar ve bulunduğu yere kök salarak açılmış bir çiçeğe dönüşür. Bu çiçek, güneş gibi, sarı göbekli, beyaz yapraklı, çevresine güzel kokular yayan bir çiçektir (Nergis Çiçeği). Ölümünden sonra Styx nehrinin sularına katılır.

Mitolojide anlatılan Narkissos’un hikayesinde bir çok ezoterik içerik, metaforik anlatım (semboller)  mevcuttur. Bu bağlamda;
- Henüz sudaki aksını (yansımasını) görmemiş Narkissos inisiye olmamış, hakikatin ışığı ile aydınlanmamış insanı,
- Narkissos’un kendi yansımasını gördüğü akar su, ezelden ebede akan yaşamı, bilginin kaynağını, sonsuzluğu ve hakikati,
- Eğildiği sudan içmesi  bilginin kaynağına erişmesini, inisiye olmasını,  aydınlanmaya başladığını,
- Sudaki yansımasına aşık olması bilginin yarattığı tutkuyu, aydınlanmış  insanın mutluluk halini,
- Dünyevi yaşamdan uzaklaşması kendine bir çeki düzen vermeyi, insan olmanın en temel düsturu olan “kendini bilmeyi”,
- Bulunduğu yere kök salması ve çiçeğe dönüşmesi, bilginin kaynağından uzaklaşmamayı ve bilginin paylaşılması gerektiğini,
- Dönüştüğü çiçeğin sarı göbeği güneş gibi aydınlatan bilge insanı, beyaz yaprakları dürüstlüğü, güzel kokusu ise başkaları nazarında yarattığı övgüye değer olumlu vasıfları,
temsil eder.      

Fatih Selim Yurdakul



Hitit Medeniyetindeki Politeist (Çok Tanrılı) İnanışın, Hitit Dilinin, Hitit Mimarisinin ve Hitit Mutfağının Anadolu Medeniyetlerine Etkileri Üzerine.

Hititler çok tanrılı bir dini yapıyı benimsemişler ve bu yapı içerisinde yaşamışlardır. Arkeoloji ve Tarih, Hitit Medeniyetini “Bin Tanrılı Medeniyet” olarak yad etmektedir. Hititler; fethettikleri komşu medeniyetlerin tanrılarını da benimseyerek  kendi Pantheon’una (Tanrılar Külliyatına) dahil etmişler ve dışlamamışlardır. Bu vesileyle savaşarak aldıkları toprakların ahalilerini hiçbir zaman ötekileştirmemişler, zaman içerisinde dost edinmişler ve kaynaşmışlardır. Hititlerdeki bu politeist dinsel yapı zaman içerisinde Anadolu’da yatırlar, türbeler ve ocaklar (ocakzadeler) olarak boy göstermiştir. Anadolu insanının başı sıkıştıkça ziyaret ettiği, adak adadığı, dualar okuduğu, çaput bağladığı, mum yaktığı  yatırlara yapılan ziyaretler ve kimi hastalıkları iyi ettiğine inandıkları ocaktan geldiğine inandıkları ocakzadelere gösterdikleri hürmetin kökeninin Hititlerden geliyor olması ihtimal dahilindedir. Tevarüs eden bu inanışlardan birisi de çocuğu olmayan çiftlerin bu konuda kerameti olduğuna inandıkları bir türbeye yakarmaları, çocuk dilemeleri ve adak adamaları olayıdır. Bu dilekleri yerine geldiğinde doğan çocuklara Orta Anadolu’da (Erken Hitit Devletinin coğrafi alanı içerisinde olan Tokat, Amasya, Çankırı, Çorum İlleri dahilinde) erkek ise Satılmış kız ise Satı ismi verilmektedir. Diğer bazı illerde ise belli bir yatıra yakarma, adak adama sonucu doğduğuna inanılan erkek çocuklara türbede yattığına inanılan zatın adı verilmektedir (Malatya-Sivas’ta Abdulvahap, Adıyaman’da Abuzer, Diyarbakır’da Şeyhmus gibi). 

Hitit diline baktığımızda bugün Anadolu’da varlığını sürdürdüğünü görebilmekteyiz. Dil bilimciler Hitit dilinin en çok etki ettiği dillerin Türkçe, Yunanca, Sanskritçe (Hintçe), Farsça, Latince ve Germen kökenli diller olduğunu beyan etmektedirler. Aga (Ağa, Ağabey), Ah(keder),  Ak(Yüce, Parlak), At, Atta (Ata, Baba), Anna (Anne), Bu (Bu), De (ti, ta), Dingir (Tengri, Tanrı), Er (Adam), Erim (Eren, Kahraman), Gar (Karın), Khun( Han), Kumas (Kömüş, Camış, Camız), Pal (Bel, Balta), Par (Parlak Gündoğumu), Su (Su), Ul (Ol), Tur(Dur), Wah (Vah etmek) sözcüklerini Hititçe’den Türkçe’ye intikal etmiş sözcüklerden birkaç örnek olarak gösterebiliriz. Literatürde (yazılı kaynaklarda) rastlamadığım ancak anne-babamın memleketi olan Zile’de (Tokat) halen kullanılmakta olan Şinavat sözcüğüne değinmeden geçemeyeceğim. Üzerinde üzüm çiğnenen (ezilen) ahşap ya da taş kaide ya da üzüm sıkılan cendere anlamında kullanılan bu sözcüğün kökenini çocukluğumdan beri hep merak etmişimdir. Zaman içerisinde su manasına gelen İngilizce’deki Water ve Almanca’daki Wasser sözcüklerinin Hititçe Watar sözcüğünden geldiğini öğrendikten sonra Şina sözcüğünün de yine Latin ve Germen kökenli dillerdeki şarap manasına gelen Wine, Vino sözcüklerini andırdığını sezinledim. Her ne kadar bilimsel bir ispatı olmasa da, Şinavat sözcüğünün iki kelimeden oluşmuş olabileceğini, Hititçe kökenli olma ihtimalinin yüksek olduğu, üzüm suyu ya da şarap manasına gelebileceğini değerlendiriyorum.

Hititlerde Mimariye değinecek olursak; Hattuşa ve Boğazkale Hitit Kazılarında elde edilen bulgulardan, evlerin temelinin taş kaideler üzerinde açılan dairesel oyuklara yerleştirilen ahşap dikmeler (kolonlar) üzerine oturtulduğunu, ahşap kolonların üzerine yine ahşaptan ve çatıyı (damı) taşıyabilecek güçte ahşap kirişler (mertekler) yerleştirildiğini, kolon ve kirişlerin bu şekilde bir birleriyle bağlantısının sağlandığını, evin duvarlarının toprak kerpiçler ile örüldüğünü ve toprakla sıvandığını, evin çatısının toprakla kaplanmış düz bir damdan ibaret olduğunu anlamaktayız. Bu mimari biçimine, düz damlı ahşap kolon ve kirişler kullanılmak suretiyle toprak kerpiçten yapılan ev yapım tarzına, bugün Orta Anadolu’da hala rastlamak mümkündür. Hitit tarzı mimarinin bir enstrümanı olan, toprak damlı evlerin  yağmur yağdığında evin içerisine suyun sızmasını önlemek maksadıyla damdaki toprak-saman karışımı kaplamayı sıkılaştırmak için kullanılan silindirik taşın (loğ) bir örneği dahi Boğazkale kazılarında çıkmıştır. Hititlerde ev yapım tekniğinde toprak ve ahşap kullanılması, taş temel zemininde açılan dairesel oyuklara yerleştirilen dikmeler (kirişler), muhtemelen deprem halinde binanın salınmasına, hareket etmesine olanak vermek amacıyla düşünülmüştür. Bu yapı tekniği, Hititlerin depremle tanışık olduklarını ve depremin yaratacağı yıkımı asgariye indirmek amacıyla evlerin kaidesini oynak bir mekanizma üzerine bina ettiklerini göstermektedir.

Hitit mutfağına ve beslenme biçimine gelince; Hititlerde tahıldan elde edilen undan ekmek üretimi oldukça gelişmiş, Hitit kazılarında bulunan devasa zahire küpleri buna işaret etmektedir. Hitit tabletlerinin çözümünden anlaşıldığı kadarıyla;  Hitit Mutfağında çorba kültürü zengindir, et ve sebze tüketimi mevcuttur. Yemekleri haşlama, kavurma, ızgara ya da fırınlama yöntemiyle pişirmişlerdir. Şarap ve biranın ilk üreticileri olarak tanınmaktadırlar. Şarap ve birayı gerek dinsel törenlerde tanrılara sundukları gerekse sair ortamlarda tükettikleri biliniyor.  Bugün Anadolu’daki zengin ekmek ve çorba kültürünün Hititlerden günümüze tevarüs eden bir gelenek olduğunu düşünülebilir.

Hititler açısından ekmek tıpkı Anadolu insanının bugün dahi yemek-içmekle, karın doyurmakla eşdeğer tuttuğu bir değerdir. Beslenme denildiğinde akla ilk hep ekmek gelir. Hitit insanının temel gıda maddelerinin ekmek ve su olduğu Hitit yazıtlarında görülmektedir. Hititçenin çözülmesinde büyük rol oynadığı kabul edilen “ve ekmeği yiyiniz, suyu da içiniz” (an azzasteni watar- a ekutteni) şeklindeki ilk Hitit Kralı 1. Hattuşuli’nin askerlerine verdiği öğüt, kanaatkar ve sade insan tipini betimlemektedir.

Hititler ekmek ve suya, gıda maddesi olmanın ötesinde bağlılığı (ahde vefayı), dostluğu, dürüstlüğü ifade etmek üzere ezoterik (batıni, içrek) bir anlam da yüklemişlerdir. Dostluğun ve sevginin tesisini, toplumsal dayanışmayı ifade etmek amacıyla ekmek ve su metafor, birer sembol olarak kullanılmıştır. Bu inanış  Anadolu’da da geçerlidir. Çocukluğumda bir ahbap ya da dosttan bahsedilirken, sevdiklerini yad ederken “çok ekmeğini yedik suyunu içtik” denildiğini hatırlarım. Bu ifadelerin ne kadar eski olduğunu, köklerinin kadim Anadolu Medeniyetlerine kadar uzandığını bu vesileyle öğrendim ve sizlere aktarmak istedim.

Fatih Selim Yurdakul