27 Kasım 2015 Cuma

Hukuk, kanun, hukuk devleti, kanun devleti, demokrasi, ifade özgürlüğü, yargı bağımsızlığı, siyasallaşan yargı kavramları üzerine

Hukuk, kanun, hukuk devleti, kanun devleti, demokrasi, ifade özgürlüğü, yargı bağımsızlığı, siyasallaşan yargı kavramları üzerine

 “Hukuk”,  Arapça kökenli bir sözcük olan “hak” sözcüğünün çoğuludur. Diğer bir ifadeyle hakların bütünü olarak tanımlanabilir.

“Kanun” , Yunanca kökenli “kanon” (κανων) kelimesinden türemiştir. Modern Türkçe’de “yasa” sözcüğü ile eş anlamlıdır. Usulünce kabul edilmiş ve yürürlüğe girmiş kural ya da kurallar bütünüdür.

Kanun ile hukuk aynı anlamı taşımaz.  Bu bağlamda; hukuk devleti ile kanun devleti tanımlamaları da farklıdır. İnsan yaşamını ve insan haklarını en üstün değer olarak kabul eden bir düzen hukuk devletidir.  Buna karşın mihenk olarak insanı gözetmeyen bir düzen, örneğin “engellilerin ya da belirli bir etnik topluluğun kısırlaştırılmasına izin veren (Nazi Almanya’sında yaşanmıştır) ve bunu yasalaştıran bir düzen kanun devletidir, hukuk devleti değildir. Hukuk devletinde en kutsal değerler, kanunen henüz koruma altına alınmamış olsa bile, hukukun genel ilkeleridir, insan haklarıdır (yaşam hakkı, vücut bütünlüğünün korunması, özel yaşamın gizliliği v.b.).

Gündelik yaşamda sıkça bahsettiğimiz ve hep özlemini duyduğumuz demokrasi İyon (Yunan) Uygarlığında “halkın egemenliği” olarak tanımlanmıştır. 

Demokrasi;  genel olarak, her türlü topluluğun tüm üyeleri veya vatandaşların, organizasyon veya devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu bir yönetim biçimidir. Yunanca  dimokratia;   dimos ( δμος)  ve  kratos (κράτος) sözcüklerinden türemiştir. Dimos halk, kratos sözcüğü ise iktidar (egemenlik) anlamındadır. Türkçeye, Fransızca démocratie sözcüğünden geçmiştir .
Demokrasi; genellikle devlet yönetim biçimi olarak değerlendirilmesine rağmen, üniversiteler, işçi ve işveren organizasyonları ve diğer sivil toplum kurum ve kuruluşları da demokrasi ile yönetilmelidir.
Demokrasi kavramının temelini teşkil eden “eşitlik”; birey olmanın, insan olmanın olmazsa olmazıdır. Aydınlanma felsefesinin ve Hümanizmanın geliştirdiği bu kavram, insan onurunun özüdür.
Gerek demokrasi gerekse eşitlik kavramları her türlü ayırımcılığı ve baskıyı reddeder.
İfade özgürlüğü en genel tanımıyla her türlü düşüncenin herhangi bir sınırlamaya tabi olmaksızın ifade edilebilmesidir. Temel insan haklarındandır.  Gelişim evresini tamamlamış, rüştünü ispat etmiş demokrasilerde ifade özgürlüğü ekmek ve su gibi  yaşamsal öneme sahiptir, demokrasilerin olmazsa olmazıdır. İfade özgürlüğünün olmadığı yerde demokrasiden bahsedilemez. Basın özgürlüğü ise ifade özgürlüğünün bireysel özgürlüğün ötesine geçmiş,  kurumsallaşmış halidir.  

İfade özgürlüğü çağımızda evrensel hukuk metinlerinde de (Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği) düzenlenmiştir. Mevzuatın ayrıntısı ile sizleri meşgul etmeyeceğim. Ancak tarihçesinden bahsetmekte fayda var. Kavramsal anlamda ifade özgürlüğüne ilk vurgu yapan Ahlak Felsefesinin kurucusu kabul edilen İyonyalı düşünür Sokrates’tir. Sokrates; M.Ö. 399 yılında aleyhinde açılan bir davada  şehrin tanrılarına inanmamak, onların yerlerine başka tanrılar koymak ve bu yolla gençleri zehirlemekle” suçlanır . Oysa Sokrates’in ifade ettiği,  “bilmediğini bildiğidir”, diğer bir anlatımla, “kendi cehaletinin farkında olduğu”dur. Sokrates; geliştirdiği “sınamadan geçirmek” ya da “çürütmek” adı verilen (elenchos) mantıksal uslamlama yöntemi ile şehir tanrıları ile müminleri arasında aracılık eden sözde bilgelerin (clericals) bir şey bilmediklerini, dahası bilmediklerinin de (cehaletlerinin de) farkında olmadıklarını  savunmuştur. Sokrates; hakkında açılan davada pişmanlık getirdiğini beyan etmesi halinde bağışlanacağı söylendiği halde ileri sürdüğü düşüncelerinden vazgeçmemiş ve idama mahkum edilmiştir. Cezası baldıran otu şerbeti içirilecek (zehirlenerek) infaz edilmiştir .

Yargı bağımsızlığı; en basit tanımıyla yargı erkini temsil eden kurumsal yapıların (mahkemeler, iddia makamı, temyiz mercileri v.b.) ve bu yapıları oluşturan hakim ve savcıların adalet dağıtırken her türlü baskıdan (siyasi, sosyal, kişisel v.b.) ve tehditten uzak, hukukun üstünlüğünü esas alarak, yasalar çerçevesinde vicdani kanaatleriyle, tarafsız (bunun içindir ki Adalet Tanrıçası Themis’in gözleri bağlıdır)  ve  özgürce hareket edebilmeleri demektir.

Yargı bağımsızlığı ve demokrasi bir biriyle koşuttur. Demokrasinin geliştiği, idarenin tüm eylem ve işlemleri denetlenebilir (şeffaflık) ve yargılanabilir olduğu ölçüde yargı bağımsızlığı gelişir, tersine idarenin eylem ve işlemlerinin denetlenebilir olmaktan çıktığı, yargılama kapsamı dışına taşındığı durumlarda ise yargı erki de baskı altında kalır ve giderek bağımsızlığını yitirir.

Yargı bağımsızlığının örselenmesi halinin en tehlikeli biçimi ise yargının siyasallaşması ve yargı erkini temsil eden hakim ve savcıların hukukun üstünlüğü kavramını, yasaları ve belki de en acısı vicdanlarını bir tarafa itip idari erki elinde tutan ve kendisini eleştirilmekten, denetlenmekten ve yargılanmaktan lay-ü sel (muaf, bağışık) gören yöneticilere boğun eğmesi ve onların yönlendirmeleri ve/veya emirleri doğrultusunda hareket etmeleridir.
Unutulmamalıdır ki gün gelir her birey adalet terazisinde yargılanabilir. Asıl olan herkesin aynı terazide, eşit, adil ve hakkaniyete uygun biçimde tartılması, yargılanmasıdır. Terazinin ayarı bozulduğunda düzeltilmesi zordur.  Tamiri ve telafisi en zor olanı ise adalet kavramına (inancına) ve yargı erkine (adaleti temsil eden hakim ve savcılara) duyulan güvenin yitirilmesidir.       
  
Yazıma tekrar ifade özgürlüğüne vurgu yaparak son vermek istiyorum. İfade özgürlüğünün olmadığı yerde düşünceler mahkumdur, sesleri kısılmıştır, serpilemez, ışıtamaz, ısıtamazlar. Mevsim kıştır. Düşünce ve düşüncenin ifadesi; dünyamıza hayat veren güneş gibidir. İfade özgürlüğünün olmadığı her yer karanlıktır, kaygandır, soğuktur ve yaşam durağanlaşmış, ölüme doğru yelken açmıştır. 

Sözün özü; düşünme ve düşündüğünü ifade etme özgürlüğünün olmadığı toplumlar kendini yenileyemez, çağdaş gelişmelere uzak kalırlar. Giderek yalnızlaşır ve tarih sahnesinden çekilirler. Ulu Önder Atatürk’ün tanımladığı  “fikri ve vicdanı hür nesiller” yetiştirebilmemiz ancak ifade özgürlüğü ile mümkün olacaktır.

Fatih Selim Yurdakul

13 Kasım 2015 Cuma

Adanma (kutsallaştırma) ve birey (özgür insan) kavramları üzerine

Adanma (kutsallaştırma) ve birey (özgür insan) kavramları üzerine

“Adanma”; doğa üstü bir güç taşıdığına inanılan soyut bir varlığa ve/veya kavrama ya da somut bir varlığa ve/veya nesneye koşulsuz olarak bağlanma,  inanma ve teslim olma halidir. Din ve Tanrı inanışı, evliyalara, yatırlara, türbelere, azizlere, ermişlere koşulsuz inanma ve bağlanma soyut olana,  pirlere, şeyhlere, dedelere, babalara, kanaat önderlerine,  siyasilere (lider kültü yaratma),  inanma ve  bağlanma ise somut olana örnek gösterilebilir.

“Adanma” olgusunda kutsalı (adanılanı) belirleyen, kişinin kendini adadığı soyut ya da somut varlığa  duyduğu sevgi ve korkudur. Kutsal (adanılan) çiğnenmemesi gereken bir tabudur. Kendini adamış olan tabuyu çiğnediğinde uhrevi bir müeyyide (günah) ile cezalandırılacağına inandığı gibi dünyevi bir  müeyyide ile de cezalandırılabileceğini düşünür.

“Adanma” bireyin bir tür kendini hiçe sayması halidir. Felsefe ve Psikanalizde  “Nihilizm” (hiçlik duygusuna kapılma) olarak adlandırılan bu durum bireyin kendi iradesini reddetmesi, kendini acz içerisinde hissetmesi ve kabul etmesidir.

“Birey” kavramına gelince; birey özgür iradesiyle hareket eden, Imanuel Kant’ın deyişiyle aklını esaretten kurtarmış (Sapare Aude), karar verme sürecinde herhangi bir tabuya göre değerlendirme yapmayan, her türlü dogmayı reddeden,  deneyin ve aklın rehberliğinde bilime inanan, önyargılardan arınmış,  eşitlik ve adaleti üstün değer olarak kabul eden, insan ve hayvan haklarına saygı, emek ve üretime değer veren, çalışan ve üreten insandır.

Tabuların yerine bilim ve aklın üstün değer kabul edildiği toplumlar demokrasi kültürü gelişmiş toplumlardır. Bu toplumlarda yükselen değerler, kutsalı yaratmada etken olan “sevgi” ve “korku” gibi öznel (subjektif)  değer yargılarından ziyade,  özünü “akıl” ve “bilim”den alan nesnel (objektif) ölçütler (kriterler) üzerine inşa edilir.

Adanma geleneğinin hakim olduğu toplumlarda etken olan biattir, liyakate bakılmaz, aranılan en has özellik koşulsuz itaattir. İtaat eden makbul (bizden), etmeyen ise günahkardır, asidir, katli vaciptir, en basit tanımıyla ötekidir (yabancı). Buna karşın “birey” kavramının başat gittiği toplumlarda ise liyakat esastır, ötekileştirme lanetlenir.

Adanmış (tabulara karşı gelemeyen insan) zamanla aciz düştüğü hissine kapılır, yılgınlığa sürüklenir, düşünemez, üretemez, egemen güce boyun eğer. Birey (özgür insan) ise düşünür, eleştirir, çalışır ve üretir.

Adanma (biat) kültürü üzerine inşa edilen toplumlar monopolist, tekçi, tekilci, tepeden inmeci bir yapıya dönüşür, yönetime tek adam kültü, karamsarlık ve mutsuzluk  hakim olur. Buna karşın, akıl ve bilim üzerine inşa edilen toplumlarda  ise  bireyler (özgür insanlar) eşit, adil, kimsenin ötekileştirilmediği, liyakatin esas alındığı bir öz yaşam alanını (habitatı) birlikte inşa ederler,  mutlu-mesut yaşarlar,  hayat bayram olur.


7 Eylül 2015 Pazartesi

Göçe Zorlanma Olgusu ve Yaşam Hakkı Üzerine



Göçe Zorlanma Olgusu ve Yaşam Hakkı Üzerine

Göçe zorlanma olgusu neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir. Yaşanan doğal afetler, kıtlıklar ve savaşlar nedeniyle insanlar doğdukları, büyüdükleri, kültürel değerlerini aldıkları yerleri (habitatlarını,doğal yaşam alanlarını),  yurtlarını terk etmek zorunda kalmakta. Bu bağlamda Anadolu toprakları,  binlerce yıldır sürekli göçten nasibini almakta ve göçe zorlanan insanları her zaman bağrına basmakta. “Tanrı misafiri” adı altında kabul görmüş geleneğimiz buradan gelmekte. Hiç bilmediğiniz, tanımadığınız insana kapımızı açmanız, barındırmamız, karnını doyurmamız, kendi rızasıyla ayrılana kadar göz kulak olmamız bugün kentlerde rastlayabileceğimiz bir durum değil. Yakın zamanlara kadar ve hatta şimdilerde dahi köylerimizde rahatlıkla karşılaşabileceğimiz bu misafirperverlik insanımızın genlerine işlemiştir, Anadolu insanı bu hasletiyle asildir, övgüye değerdir. Her zaman darda kalana yardımcı olmuştur.  Hatta bu işi abarttığımız dahi söylenebilir. Anneannemden duyduğum bir ata sözünü aktarmadan geçemeyeceğim, göçmenlerin (muhacirlerin) daha çok kayırıldığı anlamında “bir elin kaçkını bir ele hoş gelir” derdi.

Yaşam hakkına gelince; yaşam hakkı en temel insan hakkıdır. Uluslarüstü (Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirisinde, Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesinde, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde, Afrika İnsan ve Halkların Hakları Şartında, Avrupa Birliği Temel Haklar şartında ),  uluslararası ve ulusal hukuk metinleri (1982 Anayasasının 17/1. maddesi) ile koruma altına alınmıştır. 

Hukukta hak var ise buna koşut olarak görev de vardır. Diğer bir ifadeyle tüze (hukuk metni) ile tanınan hakkı muhatabına sağlamakla görevlendirilmiş olan suje  bahse konu o hakkı düzenleyen hukuk normunda belirtilir.  Bu bağlamda yazılı hukuk açısından yaşam hakkını sağlamakla görevli olan en başta devlettir. 

Göçe zorlanma esnasında insanlar yaşamlarını tehlikede hissettikleri öz yaşam alanlarından (habitatlarından) ayrılmak zorunda kalmakla kalmayıp, gayri-insani koşullarda seyahat etmekte, ulaştıkları güvenli noktalarda kendilerini neyin beklediğini kestirememekte, bu süreç içerisinde aç, susuz kalmakta, sağlıksız koşullarda yaşam mücadelesi vermekte, her an ölümle burun buruna gelmekteler.

Türkiye son yıllarda Asya, Afrika ve Ortadoğu ülkelerinden üstesinden gelemeyeceği kadar, oldukça yoğun göç almakta. Suriye ve Irak’ta yaşanan savaştan kaçanlar canını kurtarabilmek maksadıyla Türkiye’ye sığınmakta, gelenlerin bir kısmı geriye dönmeyi, bir kısmı üçüncü bir ülkeye gitmeyi , kimi ise burada kalmayı  arzulamaktalar.

Yakın zamanda gelen göçmenlerin barınması ve doyurulması hususunda Devlet ve vatandaşlar olarak gösterdiğimiz duyarlılığı (olumsuz kimi hadiseler istisna olmak üzere) diğer ülkelerin de aynı ölçüde gösterdiğini söylemek güç. Kimileri kapısını hepten kapatmakta, kimileri gelenlere gayri-insani muamele yapmakta (sınırda günlerce bekletmek, dini inancına göre ayırım yapmak gibi), kimileri ise göstermelik sayıda göçmeni kabul etmekte ve fakat reklamını iyi yapmakta. 

Devlet ve vatandaşlar olarak üzerimize düşen görev, misafirimiz olan ve bir kısmı belki hiç dönmeyecek ve bizlerle kaynaşacak  olan göçmenlere şimdiye kadar olduğu gibi yardım etmeye devam etmek  ve elimizden geldiği ölçüde hayatta kalmalarını temin etmeye çalışmaktır. Unutmayalım ki  atalarımızın dediği gibi “iyi komşu zor günde belli olur”.

22 Temmuz 2015 Çarşamba

“Ötekileştirme” üzerine

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin (10 Aralık 1948) 1. Maddesinde bütün insanların özgür, onur ve hakları yönünden eşit doğdukları, 2. Maddesinde ise herkesin ırk, renk, dil, din, siyasal ya da herhangi bir başka inanç, ulusal ya da toplumsal köken, varlıklılık, doğuş ya da başka bir ayırım gözetilmeksizin bu bildiride açıklanan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabileceği hüküm altına alınmış, benzeri düzenlemelere Avrupa İnsan Hakları ve Özgürlüklerinin Korunmasına İlişkin Avrupa Sözleşmesi (AİHS, 3 Eylül 1953) , Kadınların Siyasi Haklarına İlişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi (20 Aralık 1952), Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Bildirisi (20 Kasım 1959), Avrupa Sosyal Haklar Sözleşmesi (18 Ekim 1961) gibi uluslarüstü ve uluslar arası antlaşmalarda ve sözleşmelerde, demokratik ülkelerin anayasalarında ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 10. maddesinde yer verilmiştir.

Hiç kimse ırkı (etnik kökeni), dili, şivesi, dini, mezhebi, tarikatı, ibadet tarzı, siyasi inancı veya başkaca bir inancı, ulusal kökeni, doğduğu ve/veya büyüdüğü  yer (coğrafi kökeni), toplumsal kökeni (köylü ya da kentli olması), varsıllığı ya da yoksulluğu, engelli olması, cinsiyeti, cinsel tercihleri veya başkaca bir özelliği itibarıyla yek diğerinden ne daha değerli ne de daha değersizdir. Bireyi değerli kılan, toplumda ona itibar sağlayan, onu yücelten nitelikleri aklı, fikri, vicdanı, doğruluğu ve dürüstlüğü (ahde vefası), çalışkanlığı, kurduğu dostluklar, diğer bireylere sunduğu sevgi, başkalarına gösterdiği saygı, hasılı topluma yaptığı övgüye değer her türlü katkıdır. Bundan gayrı kişinin topluma yaptığı herhangi bir katkısı gözetilmeksizin, mensubu olduğu etnik kökeni, konuştuğu dili, inandığı dini, taraftarı olduğu siyasi akım, desteklediği futbol kulübü  (bunlarla sınırlı olmamak üzere) veya başkaca herhangi bir sınırlama gözetilerek  saygıya değer görülmesi, kendisine bir değer izafe edilmesi benimsenen  kriterinin dışında kalan insanların dışlanması ve “ötekileştirilmesi” sonucunu doğurur.

“Ötekileştirme” olgusunun nasıl ortaya çıktığına da değinmek gerekir. Ötekileştirme olgusu sıklıkla demokrasi geçmişi olmayan ya da henüz batılı anlamda demokratik kriterleri geliştirememiş, başka bir deyimle az gelişmiş toplumlarda yönetişim sürecinde bir kısım güruhu etrafına toplayarak iktidarı ele geçirmek ve sonrasında pekiştirmek amacıyla kullanılır.  Bu bağlamda cemaatçilik, hemşericilik, etnik ve/veya dilsel kökene dayalı siyaset ülkemizde yaşanan örneklerden bazılarıdır.

“Ötekileştirme”’nin yaşatılması beraberinde bir lider kültünün de betimlenmesi ve kutsanmasını gerektirir. Cemaatler yönünden şeyhler, hemşehricilik yönünden kanaat önderleri, etnik ve/veya dilsel kökene dayalı siyaset açısından önder olarak kutsallaştırılanlar buna örnek kabul edilebilir.

Sonuç olarak “ötekileştirme” olgusu ortak aklın kullanımı, ortak paydanın yaratılması, adil ve hakça bölüşüm, fırsat eşitliği gibi kavramlara uzaktır, amacı ile bağdaşmaz.

Tüm insanların özgür ve mutlu olacağı bir yaşam alanının tesisi şeffaf, nesnel, adil ve meşru hukuk kurallarının geçerli olduğu, uygulandığı ve etkin biçimde denetlenebildiği, ötekileştirmenin değil liyakatin esas alındığı bir düzende mümkün olacaktır.

Kimsenin kimseyi dışlamadığı, ötekileştirmediği, huzurlu bir dünyada hep birlikte mutlu, mesut yaşamak dileğiyle.


Fatih Selim Yurdakul