11 Kasım 2013 Pazartesi

Narkissos Efsanesinin Ezoterik Yorumu Üzerine

Yunan Mitolojisinde Narkissos’un hikayesi kısaca şöyledir: Narkisos, ırmak ilahı Kephissos ile arındırıcı suların bekçi perisi Liriope’nin oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Bir kahin, ebeveynine Narkissos’un bu dünyada, kendi yüzünü görmediği sürece yaşayacağını bildirir. Narkissos bir gün bir su kaynağına gelir ve suya eğilerek içmeye başlar. Bu sırada suya yansıyan yüzünü görür. Sudaki aksını (kendi yüzünü) gördüğünde kendini hayranlıkla seyre dalar ve kendisine âşık olur. Bu seyirden kendisini alamayan Narkissos giderek hissizleşir, dünyevi yaşamdan uzaklaşır, yaşama gözlerini yumar ve bulunduğu yere kök salarak açılmış bir çiçeğe dönüşür. Bu çiçek, güneş gibi, sarı göbekli, beyaz yapraklı, çevresine güzel kokular yayan bir çiçektir (Nergis Çiçeği). Ölümünden sonra Styx nehrinin sularına katılır.

Mitolojide anlatılan Narkissos’un hikayesinde bir çok ezoterik içerik, metaforik anlatım (semboller)  mevcuttur. Bu bağlamda;
- Henüz sudaki aksını (yansımasını) görmemiş Narkissos inisiye olmamış, hakikatin ışığı ile aydınlanmamış insanı,
- Narkissos’un kendi yansımasını gördüğü akar su, ezelden ebede akan yaşamı, bilginin kaynağını, sonsuzluğu ve hakikati,
- Eğildiği sudan içmesi  bilginin kaynağına erişmesini, inisiye olmasını,  aydınlanmaya başladığını,
- Sudaki yansımasına aşık olması bilginin yarattığı tutkuyu, aydınlanmış  insanın mutluluk halini,
- Dünyevi yaşamdan uzaklaşması kendine bir çeki düzen vermeyi, insan olmanın en temel düsturu olan “kendini bilmeyi”,
- Bulunduğu yere kök salması ve çiçeğe dönüşmesi, bilginin kaynağından uzaklaşmamayı ve bilginin paylaşılması gerektiğini,
- Dönüştüğü çiçeğin sarı göbeği güneş gibi aydınlatan bilge insanı, beyaz yaprakları dürüstlüğü, güzel kokusu ise başkaları nazarında yarattığı övgüye değer olumlu vasıfları,
temsil eder.      

Fatih Selim Yurdakul



Hitit Medeniyetindeki Politeist (Çok Tanrılı) İnanışın, Hitit Dilinin, Hitit Mimarisinin ve Hitit Mutfağının Anadolu Medeniyetlerine Etkileri Üzerine.

Hititler çok tanrılı bir dini yapıyı benimsemişler ve bu yapı içerisinde yaşamışlardır. Arkeoloji ve Tarih, Hitit Medeniyetini “Bin Tanrılı Medeniyet” olarak yad etmektedir. Hititler; fethettikleri komşu medeniyetlerin tanrılarını da benimseyerek  kendi Pantheon’una (Tanrılar Külliyatına) dahil etmişler ve dışlamamışlardır. Bu vesileyle savaşarak aldıkları toprakların ahalilerini hiçbir zaman ötekileştirmemişler, zaman içerisinde dost edinmişler ve kaynaşmışlardır. Hititlerdeki bu politeist dinsel yapı zaman içerisinde Anadolu’da yatırlar, türbeler ve ocaklar (ocakzadeler) olarak boy göstermiştir. Anadolu insanının başı sıkıştıkça ziyaret ettiği, adak adadığı, dualar okuduğu, çaput bağladığı, mum yaktığı  yatırlara yapılan ziyaretler ve kimi hastalıkları iyi ettiğine inandıkları ocaktan geldiğine inandıkları ocakzadelere gösterdikleri hürmetin kökeninin Hititlerden geliyor olması ihtimal dahilindedir. Tevarüs eden bu inanışlardan birisi de çocuğu olmayan çiftlerin bu konuda kerameti olduğuna inandıkları bir türbeye yakarmaları, çocuk dilemeleri ve adak adamaları olayıdır. Bu dilekleri yerine geldiğinde doğan çocuklara Orta Anadolu’da (Erken Hitit Devletinin coğrafi alanı içerisinde olan Tokat, Amasya, Çankırı, Çorum İlleri dahilinde) erkek ise Satılmış kız ise Satı ismi verilmektedir. Diğer bazı illerde ise belli bir yatıra yakarma, adak adama sonucu doğduğuna inanılan erkek çocuklara türbede yattığına inanılan zatın adı verilmektedir (Malatya-Sivas’ta Abdulvahap, Adıyaman’da Abuzer, Diyarbakır’da Şeyhmus gibi). 

Hitit diline baktığımızda bugün Anadolu’da varlığını sürdürdüğünü görebilmekteyiz. Dil bilimciler Hitit dilinin en çok etki ettiği dillerin Türkçe, Yunanca, Sanskritçe (Hintçe), Farsça, Latince ve Germen kökenli diller olduğunu beyan etmektedirler. Aga (Ağa, Ağabey), Ah(keder),  Ak(Yüce, Parlak), At, Atta (Ata, Baba), Anna (Anne), Bu (Bu), De (ti, ta), Dingir (Tengri, Tanrı), Er (Adam), Erim (Eren, Kahraman), Gar (Karın), Khun( Han), Kumas (Kömüş, Camış, Camız), Pal (Bel, Balta), Par (Parlak Gündoğumu), Su (Su), Ul (Ol), Tur(Dur), Wah (Vah etmek) sözcüklerini Hititçe’den Türkçe’ye intikal etmiş sözcüklerden birkaç örnek olarak gösterebiliriz. Literatürde (yazılı kaynaklarda) rastlamadığım ancak anne-babamın memleketi olan Zile’de (Tokat) halen kullanılmakta olan Şinavat sözcüğüne değinmeden geçemeyeceğim. Üzerinde üzüm çiğnenen (ezilen) ahşap ya da taş kaide ya da üzüm sıkılan cendere anlamında kullanılan bu sözcüğün kökenini çocukluğumdan beri hep merak etmişimdir. Zaman içerisinde su manasına gelen İngilizce’deki Water ve Almanca’daki Wasser sözcüklerinin Hititçe Watar sözcüğünden geldiğini öğrendikten sonra Şina sözcüğünün de yine Latin ve Germen kökenli dillerdeki şarap manasına gelen Wine, Vino sözcüklerini andırdığını sezinledim. Her ne kadar bilimsel bir ispatı olmasa da, Şinavat sözcüğünün iki kelimeden oluşmuş olabileceğini, Hititçe kökenli olma ihtimalinin yüksek olduğu, üzüm suyu ya da şarap manasına gelebileceğini değerlendiriyorum.

Hititlerde Mimariye değinecek olursak; Hattuşa ve Boğazkale Hitit Kazılarında elde edilen bulgulardan, evlerin temelinin taş kaideler üzerinde açılan dairesel oyuklara yerleştirilen ahşap dikmeler (kolonlar) üzerine oturtulduğunu, ahşap kolonların üzerine yine ahşaptan ve çatıyı (damı) taşıyabilecek güçte ahşap kirişler (mertekler) yerleştirildiğini, kolon ve kirişlerin bu şekilde bir birleriyle bağlantısının sağlandığını, evin duvarlarının toprak kerpiçler ile örüldüğünü ve toprakla sıvandığını, evin çatısının toprakla kaplanmış düz bir damdan ibaret olduğunu anlamaktayız. Bu mimari biçimine, düz damlı ahşap kolon ve kirişler kullanılmak suretiyle toprak kerpiçten yapılan ev yapım tarzına, bugün Orta Anadolu’da hala rastlamak mümkündür. Hitit tarzı mimarinin bir enstrümanı olan, toprak damlı evlerin  yağmur yağdığında evin içerisine suyun sızmasını önlemek maksadıyla damdaki toprak-saman karışımı kaplamayı sıkılaştırmak için kullanılan silindirik taşın (loğ) bir örneği dahi Boğazkale kazılarında çıkmıştır. Hititlerde ev yapım tekniğinde toprak ve ahşap kullanılması, taş temel zemininde açılan dairesel oyuklara yerleştirilen dikmeler (kirişler), muhtemelen deprem halinde binanın salınmasına, hareket etmesine olanak vermek amacıyla düşünülmüştür. Bu yapı tekniği, Hititlerin depremle tanışık olduklarını ve depremin yaratacağı yıkımı asgariye indirmek amacıyla evlerin kaidesini oynak bir mekanizma üzerine bina ettiklerini göstermektedir.

Hitit mutfağına ve beslenme biçimine gelince; Hititlerde tahıldan elde edilen undan ekmek üretimi oldukça gelişmiş, Hitit kazılarında bulunan devasa zahire küpleri buna işaret etmektedir. Hitit tabletlerinin çözümünden anlaşıldığı kadarıyla;  Hitit Mutfağında çorba kültürü zengindir, et ve sebze tüketimi mevcuttur. Yemekleri haşlama, kavurma, ızgara ya da fırınlama yöntemiyle pişirmişlerdir. Şarap ve biranın ilk üreticileri olarak tanınmaktadırlar. Şarap ve birayı gerek dinsel törenlerde tanrılara sundukları gerekse sair ortamlarda tükettikleri biliniyor.  Bugün Anadolu’daki zengin ekmek ve çorba kültürünün Hititlerden günümüze tevarüs eden bir gelenek olduğunu düşünülebilir.

Hititler açısından ekmek tıpkı Anadolu insanının bugün dahi yemek-içmekle, karın doyurmakla eşdeğer tuttuğu bir değerdir. Beslenme denildiğinde akla ilk hep ekmek gelir. Hitit insanının temel gıda maddelerinin ekmek ve su olduğu Hitit yazıtlarında görülmektedir. Hititçenin çözülmesinde büyük rol oynadığı kabul edilen “ve ekmeği yiyiniz, suyu da içiniz” (an azzasteni watar- a ekutteni) şeklindeki ilk Hitit Kralı 1. Hattuşuli’nin askerlerine verdiği öğüt, kanaatkar ve sade insan tipini betimlemektedir.

Hititler ekmek ve suya, gıda maddesi olmanın ötesinde bağlılığı (ahde vefayı), dostluğu, dürüstlüğü ifade etmek üzere ezoterik (batıni, içrek) bir anlam da yüklemişlerdir. Dostluğun ve sevginin tesisini, toplumsal dayanışmayı ifade etmek amacıyla ekmek ve su metafor, birer sembol olarak kullanılmıştır. Bu inanış  Anadolu’da da geçerlidir. Çocukluğumda bir ahbap ya da dosttan bahsedilirken, sevdiklerini yad ederken “çok ekmeğini yedik suyunu içtik” denildiğini hatırlarım. Bu ifadelerin ne kadar eski olduğunu, köklerinin kadim Anadolu Medeniyetlerine kadar uzandığını bu vesileyle öğrendim ve sizlere aktarmak istedim.

Fatih Selim Yurdakul



8 Ekim 2013 Salı

Mitosların (efsanelerin) hüküm sürdüğü, çoğulculuk ve katılımcılığın olmadığı, ayrıksı düşüncelere tahammül gösterilmediği bir ortamda demokrasiden söz edilemez .

Mitos sözcüğü Yunanca kökenlidir,  μυθος [mithos] Eski Yunan’da “geçmişte söylenenlerin tekrarı” (söylence) anlamında kullanılmıştır, çağdaş batı dillerinde ise “efsane” anlamında kullanılmaktadır. Daha çok gerçekte olmayan bir hikaye, masal  ya da anlatıyı ifade ettiği varsayılır. Mitosların (efsanelerin) doğruluğu ya da nesnelliği tartışılmaz, dinsel ya da kültürel bir temaya, evren ve yaratılışa, Tanrılara veya kahramanlara ilişkin olabilir.  Mitosları konu edinen inceleme alanına ise “mitoloji” denir.
Aklın ve bilimin egemen olmadığı, henüz aydınlanma sürecini tamamlayamamış, geri kalmış toplumlarda kitleler dinsel, kültürel ve/veya sosyo-kültürel mitoslar, efsaneler ve kahramanlık hikayeleri ile uyutulur,  ayrıksı ve karşıt düşünceler tehlikeli görülür, seslerini çıkarmalarına, kitlelere seslenmelerine izin verilmez. Bu toplumlarda mitoslar adeta genel kabullerdir, tartışılması hiçbir şekilde hoş görülmez, “dokunan yanar”.
Batı demokrasilerinde ise mitosların (mitoloji kahramanlarının) yeri ayrı, gerçeklerin yeri ayrıdır.  Her türlü yönetişim  sürecinde çoğulculuk (plüralizm) ve katılımcılık esastır. Özünde şiddet içermediği ve şiddeti teşvik etmediği sürece  düşüncenin izharı (açıklanması) ve savunulması, kitlelere iletilmesi serbesttir, dahası bu hakkın kullanımı teşvik edilir, kişiler  düşüncelerini açıklamaya özendirilir. Amaç her düşünceye kulak vererek, toplum için  yararlı, adil ve demokratik olanı belirleyebilmek, ortak aklı üretebilmektir.  Demokratik toplumlarda ifade özgürlüğü en az yaşam hakkı kadar kutsal kabul edilir,  düşünme ve düşündüğünü ifade özgürlüğü demokrasinin olmazsa olmazıdır, bu özgürlüklerinin  olmadığı yerde demokrasiden bahsedilemez.
Farklı düşünmek, hadiseye farklı  bir zaviyeden (açıdan) bakabilmek bir akli değerlendirme (uslamlama) sürecinin sonucudur, emek ister, zahmetli bir iştir. Bu süreçte deney, gözlem ve bilimin ışığı altında zaman içerisinde oluşmuş genel kabuller (bilimsel doğrular) topluma yol gösterir, rehber olur.
Demokratik bir düzen içerisinde kalkınmanın, insanca yaşamanın, güzel günlere ulaşabilmenin yolu bilime inanmak,  düşünme ve düşündüğünü icra etme sürecinde bilimsel doğruları esas almaktan geçer.
Yazıma Ulu Önder Atatürk’ün “Hayatta En Hakiki Mürşit (yol gösterici, rehber) İlimdir” sözü ile son veriyorum.
Yolunuz bilimden ayrılmasın.

Fatih Selim Yurdakul


13 Ağustos 2013 Salı

“Yurttaşlık”, “Halk”, “demokrasi” ve “ulus” kavramları üzerine.

“Yurttaşlık”, “Halk”, “demokrasi” ve “ulus”  kavramları üzerine.

Yurttaş kavramı ilk kez Roma İmparatorluğu ve Eski Yunan’da kullanılmıştır . Latincesi “civis”, Yunancası ise “polites” dir. Yurttaşlık; Yunan Şehir Devletlerinde (polis) yaşayan ve siyasal yaşama katılma hakkı olan ayrıcalıklı topluluğa, zümreye, tanınmış, tevarüs eden, babadan oğula geçen, bir statü idi.

1789 Fransız Devrimi ile yurttaşlık statüsü genelleştirildi, devlet yapısı kurumsallaştı, pekişti. “Ulus” kavramı belirginleşti,  “ulusu” teşkil edenler tabiyetten  (kulluktan) kurtuldular. Kilise, zümre, aile ve bölge gibi alternatif kimliklerin yerini Fransız Yurttaşı kimliği aldı.

Türk Devriminde de aynı süreç yaşandı. Osmanlı’da var olan teba (kul) ilişkisi yurttaşlık ilişkisine dönüştü. Gevşek ve dağınık bir yapıdaki toplumsal katmanları (ümmeti teşkil eden milletleri, halkı) bir araya getirmek ve birlikte yüceltmek için yurttaşların bütününe “Türk Ulusu” denildi, devlet otoritesini hakim kılmak için dinsel otoriteyi temsil eden tekke ve zaviyeler kapatıldı, feodaliteyi temsil eden ağa, bey, efendi gibi unvanların kullanımı yasaklandı.

Demokrasi kavramı ise yine ilk kez Eski Yunan’da ortaya atılmıştır. Yunanca “demos” (halk) ve “kratos” (iktidar, güç) sözcüklerinden türetilmiştir, “halkın iktidarı” anlamında kullanılmıştır. Burada kullanılan “halk” ifadesi “herkes” anlamındadır. Eski Yunan’daki demokrasi anlayışı bugünkü manana katılımcı bir demokrasi değildir. İktidar “halk” (herkes) adına sınırlı ve ayrıcalıklı  bir zümre tarafından kullanılırdı.

1789 Fransız Devrimiyle birlikte; gevşek ve dağınık bir birlikteliği ifade eden “halk” kavramı yerine devlete yurttaşlık bağı ile bağlanmış, bu bağ ile birbiri ile kaynaşmış, iktidarı birlikte paylaşan, ortak dili, tarihi ve idealleri olan, birlikte yaşama arzusu içerisindeki  yurttaşlar topluluğunu ifade etmek üzere  “ulus” kavramı geliştirildi. Bu kavram ile yurttaşın dinsel, feodal ve aristokratik bağlardan kurtulmuş, kendi aklı ve vicdanı ile hareket edebilen ve bağımsız karar verebilme yetisine sahip birer birey olarak güçlenmesi, birileri tarafından güdülmesi yerine iktidara bizzat ortak olması ve kendi adına karar vermesi ve yönetmesi amaçlandı. 

“Yurttaşlık  kavramının belirleyicisi “ulus bilinci”dir. Bu kavramlardan birinin erozyona uğratılması, diğerinin de yok olması sonucunu doğurur. Toplumsal yapıyı tekrar ümmeti oluşturan milletlere bölerseniz, “ulus” olma bilinci kaybolur, ulusu ve dolayısıyla yurttaşları  bir arada tutmaya yarayan maya (“ulus ideali”) bozulur ve “ulus bilinci” yok olur.

Büyük Ortadoğu projesi adı altında yürütülen sürecin ayrıntıları netleşme başladı. Türkiye Cumhuriyetinin Osmanlı’da olduğu gibi dağınık ve  gevşek bir  yapıda, dinsel ve etnik topluluklardan (milletlerden) oluşan bir federasyona dönüştürülmesi emelleri birileri tarafından yavaş yavaş dillendiriliyor bu günlerde.  Amaçlanan Kurtuluş Savaşı ile yeşeren ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu ile pekişen “Türk Ulusu” bilincinin yok edilmesidir. “Ulus bilincinin”  yok edilmesiyle birlikte yurttaşlık bilinci de zayıflayacaktır. Yurttaşlık bilincinin zayıflaması ise “ulus devletin”, şehitlerin kanıyla ve irfanla kurduğumuz Türkiye Cumhuriyetinin sonu olacaktır. 

Fatih Selim Yurdakul



“Uzlaşma kültürü”, “hoşgörü” ve “adalet” üzerine .


“Uzlaşma kültürü”, “hoşgörü”  ve “adalet” üzerine .

Malumunuz, ülkemizde bu kavramların  pek itibarı yok, neredeyse herkes herkesle kavgalı,  hoşgörüyü hep karşımızdakinden bekler hale geldik. Kanımca; bunun altında yatan en önemli sebep adalet duygusunun örselenmiş olmasıdır. Su tüm yaşam için ne kadar elzem ise adalet duygusu ve inancı da insanlık için o kadar elzemdir. Adaleti dağıtırken şirazeyi (kitap yapraklarını bir arada tutmaya yarayan ince örülmüş bez şerit) kaçırdığınız takdir de, bir kitabın dağılması, yapraklarının dört bir yana savrulması gibi insanlar da dağılır, geleceğe ilişkin umutlarını kaybederler, yalpalamaya başlarlar ve sonuçta toplumsal çalkantılar (kaos) doğar.

Adalet inancı bir kez yara aldığı takdirde yeniden tesisi kolay olmaz, nesiller alır. Bir toplumun yücelmesi, sağlıklı nesiller yetiştirmesi ancak adil bir idare tarzı ile mümkün olur.

Adaletin tesisinde “hoşgörü” olmazsa olmazdır. Hoş görmek, kanımca, farklı olan her düşünceye (şiddet içermediği, başkalarının özgürlük alanına müdahale etmediği sürece) tahammül edebilmektir. Karşısındakinin düşüncesine saygı duymasa bile tahammül edebilen insan erdem sahibidir.

İşte bu noktada yere, göğe sığdıramadığımız (değerini ne kadar anladığımız şüpheli) Mevlana’yı ne kadar içselleştirdik diye kendimize sormak gerek. Mevlana’ya saygı duymak, her yıl sonunda Konya’da düzenlenen “Şeb-i Aruz” törenlerinde boy göstermek mi yoksa O’nun öğretilerini  idrak etmek ve yaşamımızda bir nebze de olsa uygulamak mıdır?

Mevlana’dan söz etmişken hoşgörü üzerine deyişlerinden bir kaçını aktarmadan geçmek olmaz:     

“ İyiyi ara, doğruyu ara, güzeli ara, ama kusuru arama” .

“Ört de senin ayıbını da örtsünler”

“Bir gönül yapmak gelmiyorsa elinden, bari bir gönül yıkılmasın dilinden”

“İnsanı ateş değil kendi gafleti yakar, herkeste kusur görür kendine kör bakar, bil ki neye nasıl bakarsan O’ da sana öyle bakar”

“Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol”

Uzlaşma kültürü ve adalet, ancak ve ancak  hoşgörü’ nün egemen olduğu bir ortamda göverir, boy verir. Kimsenin kimseyle kavgalı olmadığı, ötekileştirmediği, adil bir geleceğe tez vakitte ulaşmak dileğiyle.

Saygılarımla.


Fatih Selim Yurdakul    

“Ulus”, “millet”, “milliyet”, “milliyetçilik” ve “ulusçuluk” kavramları üzerine .

“Ulus”, “millet”, “milliyet”, “milliyetçilik” ve “ulusçuluk” kavramları üzerine .

“Millet” Arapça kökenli bir sözcük olup, “belli bir din veya mezhebe bağlı cemaat” anlamındadır. Osmanlı’da da bu anlamda kullanılmıştır (Katolik Milleti, Ortodoks Milleti gibi).  Günümüzde ise ortak bir dili olan, aynı tarihsel geçmişe sahip, bir arada yaşayan ve gelecekte de bir arada yaşama inancı ve arzusunda olan, ortak bir kültürel mirası olan topluluk olarak tanımlanmaktadır.

“Millet” sözcüğüne eşdeğer olarak kullandığımız “Ulus” sözcüğünün kökeni ise Orhun Yazıtlarında yer alan “uluş” tur. Birliği oluşturan boyların birlikteliğini ifade etmek üzere kullanılmıştır. Divan-ı Lügat-ı Türk’de (Kaşgarlı Mahmut) yer alan karşılığı ise “budun” sözcüğüdür.

“Milliyetçilik”; kavram olarak Fransız Devriminden sonra ortaya çıkmıştır. İlk kez 1784-1815 yılları arasında Napoleon Döneminde Fransız istilası altındaki Almanya’da kullanıldığı tahmin edilmektedir. Aynı yıllarda Rus işgali altındaki Polonya’da, Osmanlı İmparatorluğu içerisinde Yunanistan’da, Avusturya İmparatorluğu içerisinde Macaristan’da milliyetçi akımlar gelişmiştir. Milliyetçilik, Fransız Devrimine paralel olarak, egemenliğin (hüküm sürme erkinin) yeryüzünde Tanrı adına hükmeden hükümdarlara değil halka ait olması gerektiği savıyla ivme kazanmış ve bağımsız ulus devletlerin doğmasına vesile olmuştur. Milliyetçilik sözcük olarak belli bir etnik orijini değil halkı, egemen bir ulusu (milleti) temsil etmek üzere kullanılmıştır.

“Ulusçuluk” kavramı ise “milliyetçilik” kavramı ile aynı anlamda kullanılmaktadır.

“Milliyet” kavramı hukuki bir tanımlamadır. Kişinin ulusla (milletle) göbek bağını, vatandaşlığı ifade eder. İngilizce dilinde karşılığı “nationality”dir.  

Sonuç olarak; ulus devlet içerinde farklı etnik gruplar bulunabilir, ancak ulus (millet) farklı uluslardan (milletlerden) oluşmaz. Örneğin Almanya’da yaşayan ve o ülkenin vatandaşı olmuş bir milyonu aşkın Türk, Almanya’da ayrı bir ulus (millet) olarak ifade edilemez. Keza Amerika Birleşik Devletlerinde yaşayan en kalabalık etnik gruplar olan Meksikalılar ve Çinlilerin de Amerikan Ulusu içerinde ayrı birer ulus olarak kabul edilmeleri ve farklı muameleye tabi tutulmaları söz konusu olmaz . Sözün özü; her şahıs milliyeti söz konusu olduğunda vatandaşı olduğu ulusu temsil eder.


Fatih Selim Yurdakul

Türkçe’de “engelli” kavramı üzerine.

Türkçe’de “engelli” kavramı üzerine.


Öncelikle  engelli  tanımlamasını kabul etmeden önce kullandığımız diğer tanımlara değinmek isterim. Hepimizin bildiği üzere; çok önceleri  engelli  yerine  sakat  sözcüğünü kullanıyorduk, daha sonra özürlü  sözcüğünü kullanmaya başladık ve nihayet  engelli sözcüğünde karar kıldık.

Arapça kökenli olan sakat sözcüğü, vücudunda eksiği olan ya da hastalıklı anlamında kullanıldığı gibi, genel kullanımda  bozuk ve/veya eksik anlamına da gelmektedir.

Sakat sözcüğü ve beraberinde  bedensel eksiklikler ve hastalıklar, dilimizde yer yer hiç de hoş olmayan (kimi zaman aşağılamak maksadıyla) deyimlerle ve atasözleriyle birlikte kullanılmıştır ve hala da kullanılmaktadır, sakatın teki!, sakata gelmek (argo, tuzağa düşmek), kör müsün nesin?,  sağır sultan bile duydu sen duymadın!, sağır duymaz yakıştırır!   gibi.

Özürlü sözcüğü ise ayıplı manasına gelir ve engellilerin ayıplanacak, arsınacak, kendilerinden utanacak bir durumları varmış gibi bir algılamaya dayanır. Engellileri dışlayan, ötekileştiren ve aşağılayan bir tanımlamadır.

Engelli sözcüğü ise İngilizce’deki disable sözcüğünün Türkçe’ye çevirisidir. Daha pozitif ve kapsayıcıdır, engellileri dışlamayan, aksine kucaklayan bir tanımlamadır.
Geç de olsa bu tanımın benimsenmesi, yeni nesillerin engellilere bakış açısını değiştirmesi açısından olumlu olmuştur, olacaktır.

Nitekim; engelli sözcüğü kamuda da genel kabul görmüş ve T.C. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı bünyesinde faaliyet gösteren Özürlüler İdaresi Başkanlığı’nın adı 31.12.2011 tarihi itibariyle Engelli ve Yaşlı Hizmetleri Genel Müdürlüğü’ne dönüştürülmüştür.

Gelecek nesillerin sağlıklı bir düşünce yapısı ile yetiştirilmesinde dilde yapılan bu tür zenginleştirmelerin, dağarcımıza katılan yeni sözcük ve deyimlerin  önemi büyüktür, hayatidir. Zira; bir işe başlarken daha başta sarf edilen ilk  söz, samimi olduğunuz sürece, niyetimizi belli eder. Düşüncelerin yaşama geçirilmesinde, eskilerin deyimiyle kuvveden fiile, yeni deyişle düşünceden eyleme geçişte  sözcükler ve deyimler sizin ne yolda olduğunuzu, maksadınızı açıklar.

Dil beynin, ne düşündüğümüzün yansımasıdır.  Dil gövdenin yarısıdır şeklindeki ata sözümüz de bunu pek güzel ifade eder.

Saygılarımla.

Fatih Selim Yurdakul


    




12 Ağustos 2013 Pazartesi

Tarih yazımı, felsefesi ve metodolojisi üzerine .

Tarih yazımı, felsefesi ve metodolojisi üzerine .

Tarih yazımı ancak gerçekler üzerine inşa edildiği sürece geleceğe ışık tutar ve ilişkin olduğu alanda sağlıklı karar alınabilmesini sağlar. Gerçekleri ifade etmeyen bir tarih yazımı geçmişteki hataların tekrarı sonucunu doğurur. Bu bağlamda tarih yazımının belli kurallar çerçevesinde, nesnel yaklaşımla, önyargı ve değer yargılarından ari,  adeta fotoğraf makinesinin objektifinden görüneni yansıtırcasına sade ve mümkün olduğunca yorumsuz olması lazım gelir. Peki bu nasıl sağlanabilir? Bu sorunun cevabı tarih metodolojisi kuramı ile açıklanabilir. Bu kuram üzerine bir çok düşünce (ekol=okul) vardır. Bunların ayrıntılarına girmeyeceğim. Ancak tarih metodolojisi üzerine eski ve yeni (modern) yaklaşımlar üzerinde bilgi vermek belki daha yerinde olur.

Eski dönem tarihçileri (vakanüvisler ve seyyahlar) genelde  saray tarafından finanse edilmişlerdir. Bunlar yaşadıkları döneme ya da öncesine ilişkin olayları bugüne nakletmişlerdir. Vakanüvislerin aktarımları belgeye değil gözleme ve sözel tarihe (söylencelere, efsanelere, menkıbelere) dayanır. Objektif (nesnel) olduklarından bahsedilemese de geçmişe ilişkin bilgiler sunuyor olmaları nedeniyle tümüyle de reddedilemez. Vakanüvislere örnek olarak Osmanlı Tarihi hakkında Aşıkpaşazade’yi ve seyyahlara örnek olarak ise Evliya Çelebi’yi gösterebiliriz.

Modern tarih yazımında ise veri toplama, bir araya getirme, yorumlama, atıf ve yazım teknikleri belli kurallara bağlanmıştır. Esas olan belge temini ve bunun üzerine tarih yazmaktır. Belgenin (verinin) temini ve yorumlanması sürecinde bir çok disiplin devrededir.  Örneğin; arkeoloji, topografya (yer bilimi), sanat ve edebiyat tarihi, antropoloji, linguistik (dil bilimi), jeoloji, meteoroloji ve temel bilimler (fizik, kimya, matematik, biyoloji) hakkında yeterince bilgi sahibi olmadan tarih yazmak bugün için gayri ciddi karşılanır ve itibar görmez.

Yazdığınız tarihi olayların nerede gerçekleştiğini, geçmişteki yer adlarını,  toplumların yaşam tarzlarını, beslenme biçimlerini, yönetim ilişkilerini, güç dengelerini, mevsimsel döngüleri, yaşanan depremleri ve diğer doğal felaketleri ve bunların sonuçlarını, uygarlık düzeyini, sanata(tiyatro, müzik, resim v.b.), spora ve ticarete katkılarını bilmeden  yazılan bir tarih kuru bir yazım sürecidir, yavandır ve bizi  gerçeğe götürmez. İleriye ışık tutmaz.

Tarih yazımı batıda multi-disipliner (disiplinler arası) bir yöntemle yapılır. İnsani Bilimler (Humanistic Studies) adı altında faaliyet gösteren okullarda, tarih yazımıyla uğraşmak isteyenlere ve keza diğer sosyal bilimlerle iştigal arzusunda olanlara ilgi alanına yönelik  sahalarda metodolojik eğitim verilir, çok farklı disiplinlerden bilgi ile donanmaları sağlanır.

Türk tarih yazımı ise vakanüvislik ile modern tarih metodolojisi arasında bir yerlerdedir. Tarihçilerimizin çoğu (bazı istisnalar dışında) belge okuma ve yorumlama üzerine çalışırlar, diğer disiplinlerden faydalanmak gibi bir uğraşıları olmaz.

Ülkemizde Tarih Metodolojisi üzerine kimi müelliflerimiz eserler yayınlamışlardır. Akademisyen tarihçilerimiz kısmen metodolojiye riayet etmektedir. Geçmişte yaşanan olayları yorumlamak amacıyla yeterli bilgi birikimi olmayan ve  metodolojiye riayet etmeyen, öngörüsü yetersiz, sığ tarihçiler ise,  özellikle,  kamuoyu yaratmak, halkı belli bir düşünceye sevk etmek ve gündemi meşgul etmek maksadıyla çalışmakta, birilerine hizmet etmektedirler.  Bu tutum özellikle topluma gerçeğin aktarılmaması amacıyla sergilenmektedir.

Yazıma; saygın tarihçilerimizden merhum Zeki Velidi Togan’ın bir sözü ile son veriyorum:   "İlimlerin inkişafı ile muvazi olarak ilimlerin metodları da inkişaf etmiştir." Sözün özü; “ilerlemek ancak bilimsel yöntemlere uymakla mümkün olur” .


Fatih Selim Yurdakul

“Sorun Çözmeye Dayalı Öğretim Sistemi” üzerine .

“Sorun Çözmeye Dayalı Öğretim Sistemi” üzerine .

Bu yazımda alternatif bir eğitim modeli üzerinde bilgi aktaracağım. Modelin adı “Probleme Dayalı Öğretim Sistemi” (PBL-Problem Based Learning System) . İlk kez 1960’ların sonunda Kanada’da Mc Caster Üniversitesinde Howard Barrows ve arkadaşları tarafından tıp fakültesinde uygulanmaya başlanmış. Bu öğretim sistemi kısaca öğrencilerin  ele aldıkları sorunu bir eğitim yönlendiricisi (tutor) eşliğinde bir arada tartıştıkları,  bildiklerini ve düşündüklerini paylaştıkları ve aynı zamanda sorguladıkları, ortak aklı birlikte ürettikleri ve uzlaşma içerisinde bir sonuca vardıkları bir takım çalışması süreci olarak tanımlanabilir.

Probleme Dayalı Öğrenme sürecinin daha kolay anlaşılabilmesi için bu sistem ile bizde halen geçerli (uygulanan) klasik öğretim yöntemi olan “aktarma(takrir)” sistemi ile karşılaştırma yapmakta fayda görüyorum.

Bilginin tek elden, tek dilden aktarıldığı Takrir yönteminde bir öğretmen bilgiyi aktarır, aktarılan bilginin içeriğinde dogmalar(tartışılamayacak kesin ögeler) olduğu gibi işlevsiz ve gereksiz bilgiler de bulunabilir (bu tamamen öğretmenin yeterliliği ve öğretme arzusu ile şekillenir), öğrenci düşünmeden öğrenme sürecini yaşar, sonuçta öğretmen ile öğrenci arasında bir biat süreci oluşur. Bu dikey öğretim süreci toplumdaki diğer eğitim ve öğretim süreçlerine de hakimdir (aile, asker ocağı, okul, iş yeri, hizmet içi eğitim süreçleri v.b.) . Sonuç: Sorgulamayan, öğretmenine, ana-babasına, komutanına, iş verenine, şeyhine, pirine, önderine saygılı bireyler, kısaca birey olamamış, ezik, kollektif kimlik (hemşehricilik, belli bir dini cemaat, dernek, siyasi parti, futbol takımı v.b. ile kendini özdeşleştirme) arayışı içerisinde bocalayan, bulunduğu ortama hakim güce  biat eden bireylerden müteşekkil bir toplum (cemaatleşme).

Probleme Dayalı Öğretim Sisteminde ise bilgi akışı dikey değil yataydır. Yani, öğretim sürecinin tek hakimi olan bir öğretmen yoktur ortada. Bilgi bir eğitim yönlendiricisi (tutor) eşliğinde çoklu paylaşım sistemi içerisinde paylaşılır, tartışılır. Bu süreçte işlevsiz, içi boş bilgiye ve dogmaya yer yoktur. Ortak aklın egemen olduğu bu sürecin sonucunda ortamdaki tüm bireyler süreçten öğrenerek çıkar, aralarında bir astlık-üstlük ilişkisi oluşmaz, öğrencilerin yetenekleri ön plana çıkar, öğrenme sürecinde öne çıkan yetenekleri doğrultusunda rol alırlar. Sürecin başında sonuca ilişkin bir değerlendirme yapılmaz, sürece katılanlar sorgular, soruna odaklanır, eksiklerini tamamlar, takım ruhu içerisinde uzlaşarak öğrenir. Sonuç: Bağımsız bireyler=Yurttaşlık kültürü .

Aydınlanma ve kalkınma sürecimizin ilk önceliği öğretim sisteminin yenilemesidir. Ulu Önder Atatürk’ün amaçladığı “Fikri ve Vicdanı Hür Nesiller” ancak bu suretle yetiştirilebilir.

Fatih Selim Yurdakul


  

Sivil İtaatsizlik üzerine

Sivil İtaatsizlik üzerine

“Sivil İtaatsizlik” kavramını işleyen düşünür ve siyasiler bu kavramı farklı bakış açıları ve siyasi perspektiflerle tanımlamışlardır . Genel kabul görmüş unsurları; "yönetim siyasetinin ya da yasaların değişmesini isteyen, aleni, şiddetsiz, vicdani, fakat aynı zamanda siyasi olan, yasa dışı bir eylem" (John Rawls, A Theory of Justice Cambridge 1971 s.401 ve devamı) olarak sıralanmaktadır . 

“Sivil İtaatsizlik” eylemi özünde barışçıldır, şiddet içermez, yıkıcı değil, yapıcıdır. Bireysel olarak ya da topluca ve fakat organize biçimde ulu-orta dile getirilir. Kamu oyunun bilgilendirilmesi, bilinçlendirilmesi ve bu yolla taraftar kazanma amacı güder. 

“Sivil İtaatsizlik” kavramı düşünme, düşündüğünü açıklama ve örgütlenme özgürlüklerinin bir dışa vurum biçimidir. Eyleme katılanlar eylemin biçimi, doğurabileceği sonuçlar ve maruz kalabilecekleri hukuki yaptırımlar hakkında önceden bilgi sahibidirler. Barışçıl bir dışa vurum yöntemi olan “Sivil İtaatsizlik” eylemi şiddete yönelik değildir. 

“Sivil İtaatsizlik” eylemi hukuka aykırılık içerebilir, ancak bu tutum yasa dışı örgütlenme ve eylemde bulunma amacı içermez. Toplumsal sözleşmenin (oydaşmanın) ihlal edilmesi, hakkaniyet ve eşitlik duygusunun örselenmesine karşı gösterilen bilinçli ve kitleleri harekete geçirmeyi amaçlayan bir tür tepkidir. 

“Sivil İtaatsizlik” eylemlerinde, eylemlerin icrası sırasında üçüncü kişilerin haklarının çiğnenmemesi esastır . Bu anlamda yol kapatmak, tren rayına oturmak gibi ya da başka bir tür eylemle herhangi bir kamu hizmetinin yurttaşlara iletiminin kesilmesi “sivil itaatsizlik” eylemi olarak algılanamaz. 

“Sivil İtaatsizlik” eylemi hukuk devleti (hukukun üstünlüğü idesi) ilkesinin geçerli olduğu toplumlarda aksayan bir durumun düzeltilmesi, hakkaniyete (meşruiyete) ve eşitliğe uygun hale getirilmesini sağlamak maksadıyla icra edilir. Sistemin (siyaset ve yasaların) bütünü ve işleyişi açısından genel bir kabul söz konusudur. Hukuk ve siyasetin toptan değiştirilmesi amacı gütmez. Bu anlamda özünde paradoksal bir düşüncedir. Bütünün çoğu itibariyle kabulü, azı itibariyle reddini içerir. 

Tarihsel süreçte ilk olarak Eski Yunan’da Socrates ve Antigone olayı ile ortaya çıktığı varsayılır. Site Yönetiminin tehlikeli gördüğü ve bu itibarla suç olarak nitelediği “gençleri baştan çıkarma” suçlaması ile suçlanan Socrates; suçlama konusu eylemin düşünce özgürlüğü kapsamında olduğu ve Site’nin bekası açısından korunması gereken en üstün değerin “düşünce özgürlüğü” olması gerektiğini savunmuş, bu eylem eğer suç sayılacaksa ölüm cezasını kabul edeceğini ve itiraz etmeyeceğini savunmuştur. Yargılanması sırasında savunmasını baştan sona “kendini bilmek” kavramı üzerine oturtmuştur. Site yurttaşlarının “neyi bilip neyi bilmediklerini sorgulamadıklarını”, kendisinin ise en azından “hiçbir şey bilmediğini bildiğini” , Site yurttaşları ile arasındaki farkın bu olduğunu, beyan etmiştir. Bu değerlendirme Site Yurttaşlarının tepkisine yol açmış ve büyük düşünür Socrates ölüm cezasına çarptırılmıştır. Cezası baldıran şerbeti içirilerek infaz edilmiştir.

“Sivil İtaatsizlik” eylemleriyle Hint halkının bağımsızlığa ulaşmasını sağlayan Mahatma Gandhi, Hint Halkının İngiltere’den bağımsızlığını elde etmesini sağlamak amacıyla, ilk olarak İngilizlere ticari yaptırımlar uygulanması politikasını öne çıkarmış, bu amaca yönelik olarak İngiliz kumaşının ve İngilizlerin tekelinde olan tuzlalarda üretilen tuzun satın alınmasının önüne geçmiştir. Akabinde Hint halkını İngilizlere vergi vermemeleri, sivil ve askeri düzenlemelere karşı gelmeleri yolunda örgütlemiştir. Mahatma Gandhi’nin “Sivil İtaatsizlik”e dayalı bağımsızlık mücadelesi şiddete başvurmaksızın yıllarca sürmüş ve  sonuçta İngilizler Hindistan’dan çekilmiştir. 

Rosa Parks ve Martin Luther King, 19. Yüzyılda, “Sivil İtaatsizlik” eylemleriyle kitleleri örgütlemişler, siyasi ve hukuki sonuçlar elde etmişler,  Amerika Birleşik Devletlerinde siyahlara uygulanan ırk ayrımcılığının yasalardan ayıklanmasını sağlamışlardır. 

Bir diğer “Sivil İtaatsizlik” eylemcisi ise Tibet’in Çin Halk Cumhuriyeti tarafından işgaline karşı silahsız ve şiddete başvurmaksızın direnen Tibet’in ruhani lideri Dalay Lama’dır. Elli yılı aşkın bir süredir bu mücadelesini sürdürmektedir. Barışçıl tutumu 1989 yılında Nobel Barış Ödülü ile taçlandırılmıştır. 

“Sivil İtaatsizlik” eylemlerinin çağdaş biçimlerine göz atacak olursak; başında “Yeşiller” olarak bilinen “Green Peace” örgütünün çevreyi koruma hususunda kitleleri bilgilendirme, bilinçlendirme ve hareket geçirmeye yönelik etkili eylemleri dikkat çekmektedir. Benzeri türde; soyu tükenmekte olan balina ve fokları koruma amacıyla faaliyet gösteren derneklerin ve sivil toplum kuruluşlarının avcılara ve derneklerine yönelik eylemleri, hayvanların kürkleri için avlanmasına karşı çıkan grupların kürk giyenlere karşı eylemleri, hayvanların etleri için öldürülmesine karşı çıkan et yemezlerin (vejeteryenlerin) eylemleri de giderek yaygınlaşmakta ve kitlelere sesini duyurabilmektedir. 

Taksim Gezi Parkı protestoları ile başlayan ve yurdun muhtelif yerlerinde yaşanan haksızlığa, eşitsizliğe, hukuksuzluğa, adaletsizliğe, yolsuzluğa, yağmaya, talana, kayırmacılığa, baskıya ve olup-bittilere karşı, barışçıl, şiddetten uzak, duyduğu rahatsızlığı toplumun diğer kesimlerine iletme amacı güden gösteriler de birer “sivil itaatsizlik” eylemidir. Amaç yanlış giden şeylerin açıklanması, dışa vurumu ve düzeltilmesi hususunda ilgililerin uyarılması olmalı, hiçbir şekilde yakmak, yıkmak, kırmak, dağıtmak olmamalı, şiddetin şiddeti doğuracağı akıllardan çıkarılmamalıdır. 

Fatih Selim Yurdakul

“Referandum”, “Plebisit” ve “Konsensus” kavramları üzerine

“Referandum”, “Plebisit” ve “Konsensus” kavramları üzerine


Bu yazımda sıklıkla duyduğumuz, Latinceden tüm batı dillerine geçmiş, Roma Medeniyetinin (Hukukunun) bizlere armağanı birer anayasa hukuku terimi olan “referandum”, “plebisit” ve “konsensus” kavramları üzerine yazmak istedim.

“Referandum”, Latince “referendum”  sözcüğünden gelir, Türkçe’de “halkoylaması” terimi ile ifade ederiz, belli bir konuda halkın fikrini almak, hakemliğine başvurmak anlamına gelir. Referandum öncesi halkın görüşüne, oyuna, onayına sunulacak konunun halka dört başı mamur şekilde, enine-boyuna anlatılmalıdır, böylelikle halkın neyi oylayacağı hususunda bilgilendirilmesi gerekir.  

“Plebisit” ise Latince “plebiscitum” sözcüğünden türemiştir, Roma Döneminde ayrıcalıklı kesimin dışında kalan geniş halk kitlelerinin, Plebs’lerin oyuna başvurmak anlamındadır. Plebisiter oylamada halka tek bir soru yöneltilir o da evet ya da hayır’dır. Plebisiter yöntemde öncelikli amaç halkın oyuna sunulacak hususta önceden kapsamlı olarak bilgilendirilmesi değildir, halkın üzerinde görülen ayrıcalıklı kesim bilgilendirilmiştir,  ayrıca halkın oyuna başvurulması bir lütuftur, ihsandır. Şekli olarak halkın da görüşü alınarak, ayrıcalıklılar tarafından pişirilen, hazır hale getirilen bir yasa metni  propaganda destekli,  ani ve baskın bir oylama ile halka onaylattırılır, böylece bir  bütünlük görüntüsü sağlanmak istenir.         

“Konsensus”  (oydaşma) Latince “consensus” (anlaşma) sözcüğünden gelir. Bir karar alma sürecine katılanların belli bir hususta fikir birliğine varmaları anlamına gelir. Konsensus’a uzlaşma ile varılır, ortak irade  olarak da tanımlanabilir.

Demokrasilerde asıl olan temel normların (anayasa, yurttaşlık yasası, ceza kanunu gibi) toplumun tüm kesimlerinin ortak iradesi, oydaşması (konsensusu) ile yasalaşması ve yürürlüğe girmesidir. Devletin omurgasını,  temel hak ve özgürlükleri, anayasal güvence altındaki kurum ve kuruluşların (üniversiteler, yüksek yargı organları ve sair) yapısını etkileyecek olan yasa değişikliklerinde ilgili kurumların, üniversitelerin, sendikaların, meslek birliklerinin, sivil toplum örgütlerinin görüşü alınmalı ve halk bu süreçte eşanlı (simultan) olarak bilgilendirilmelidir. Sürecin sonunda getirilmek istenen yeniliğe halkın tasvibi istendiğinde, halk bilerek ve isteyerek tercihini belirleyebilecek bilince ve siyasi olgunluğa erişebilmiş  olmalıdır. Bu ortam sağlanmadan, kapalı kapılar arkasında yapılan çalışmalar sonucu, belli gruplarla uzlaşarak ya da uzlaşma olmaksızın (adeta dayatarak), yoğun bir propaganda ile ani ve baskın bir yöntemle (yangından mal kaçırırcasına) halkın oyuna başvurmak, netice itibariyle bir referandum (halk oylaması) olmaz, oydaşmayı (konsensusu) yansıtmaz ve plebisiter oylama olarak kalır.

Uzun lafın kısası, niyet daima sonucu belirler. Maksadınız bildiğinizi okumak ise halkın  iradesini yanıltmaya çalışır ve söz de onların da  onayını alıyor görüntüsü vermeye çalışır, demokrasiyi geliştirmek ise halka değer verir ve gereğini yaparsınız.

Saygılarımla.


Fatih Selim Yurdakul

Parlamenter Rejimlerde Muhalefetin İşlevi ve önemi üzerine

Parlamenter Rejimlerde Muhalefetin İşlevi ve önemi üzerine


Parlamenter Sistemin en iyi işlediği demokrasilerden İngiliz Parlamenter Rejiminde “muhalefet” kavramı ilk kez (His Majesty’s Opposition) iki partili sistemin yaşama geçirilmesinden önce, 1826 da kullanılmıştır. O tarihten beri nasıl ki hükümet Kralın ya da Kraliçenin himayesinde ise (His/Her Majesty’s Goverment) muhalefet de yine Kralın ya da Kraliçenin himayesindedir. Hükümete itibar (saygı) gösterildiği ölçüde muhalefete de aynı ölçüde itibar (saygı) gösterilir.  

Yazılı bir Anayasası olmayan İngiltere’de muhalefetin hakları, diğer anayasal kurumların hakları gibi genel kabul görmüş kurallara, geleneklere dayanır. Bu bağlamda; muhalefet lideri her Çarşamba saat 12 de Avam Kamarası oturumunda doğrudan Başbakan’a otuz dakika süreyle altı soru yöneltme hakkına sahiptir. Başbakan; her Çarşamba muhalefet liderinin sorularını cevaplandırmak üzere hazır bulunur, sorularını cevaplar. Bu hakkın kullanımını engellemeyi, muhalefet liderinin kendisine yönelttiği soruları cevaplamamayı aklından bile geçirmez, geçiremez. Muhalefet liderinin sorularını cevaplamak Başbakanın ödevidir, bizzat yerine getirmesi gereklidir.

Muhalefet liderine tanınmış olan başbakana soru yöneltme hakkı keyfe keder bir uygulama değildir. Başka bir deyişle; muhalefet lideri bu hakkı dilerse kullanır , dilerse de kullanmaz şeklinde bir algı söz konusu olamaz, zira muhalefet liderine tanınmış olan bu hak kendisi açısından aynı zamanda bir ödevdir de. Muhalefet, hükümeti ve dolayısıyla icraatlarını sorgulamaktan kaçınamaz. Çalışmayan, muhalefet etmeyen bir muhalefet lideri gözden düşer, liderlik konumunu muhafaza edemez. Muhalefet;  hükümetin faaliyetlerini yakından takip ettiği, eleştirdiği ve çözüm ürettiği (yapıcı olarak muhalefet ettiği) ölçüde bir sonraki yerel ya da genel seçimde halkın teveccühüne mazhar olur ve iktidar olma, hükümet etme şansını yakalar. Bu nedenledir ki muhalefet lideri İngiltere’de “bir sonraki başbakan” (Prime-Minister in waiting) olarak kabul edilir ve itibar görür.

Türk Parlamenter sisteminde ise muhalefet liderinin, başbakanın hazır olduğu bir oturumda, başbakana doğrudan soru sorma, başbakanı sorgulama hakkı yoktur. Hükümetin icraatları TBMM’de yasama faaliyeti kapsamında doğrudan ya da dolaylı olarak, mecliste grubu olan siyasi partilerin haftalık grup toplantılarında ise (meclis çalışmakta iken her Salı günü saat 12-14 arası) doğrudan eleştirilmektedir. Hükümet; muhalefetin eleştirilerini eş zamanlı ya da sonradan aynı ortamlarda cevaplandırmaktadır.

Diğer yandan; muhalefet partisine mensup milletvekilleri başbakana ya da bakanlara yazılı olarak soru sorma  hakları vardır. Hükümet adına başbakan ve/veya bakanlar muhalefet milletvekillerinin yazılı olarak yönelttikleri sorulara yazılı olarak cevap vermektedirler. Bu süreç İngiliz Parlamenter Demokrasisinde olduğu gibi eş anlı (simultan) soru-cevap şeklinde işlemediğinden, muhalefet etkin muhalefet edebilme imkanını yakalayamamakta, hükümet kendisini muhalefete (dolayısıyla halka) karşı hesap vermekle yükümlü görmemektedir . 

Türk Parlamenter Rejiminde meclis içi muhalefet açısından muhalefete tanınan haklar, İngiliz Parlamenter Demokrasisine kıyasla oldukça kısıtlıdır, etkin değildir, güdük kalmıştır. Muhalefet;  hükümet karşısında, hükümetin icraatlarını eleştirebilmek anlamında güçlü enstrümanlara sahip değildir. Bu nedenledir ki; muhalefet,  işlevini parlamento dışına taşıma ihtiyacı duyar ve muhalefet olgusu doğal mecrasının (meclisin) dışına taşınır. Muhalefet, hükümeti daha çok meclis dışından eleştirir, hükümet de bu eleştirilere doğal olarak meclis dışından cevap verir. Parlamenter demokrasi açısından doğal olmayan bu durum, genelde Türk Parlamenter Demokrasisinin özelde ise muhalefetin sağlıklı bir şekilde gelişememiş olmasının altında yatan temel yapısal nedenlerden biridir.

Fatih Selim Yurdakul


Mobbing üzerine .

Mobbing üzerine .

Bu yazımda çalışma yaşamında artık sıkça dillendirilen “Mobbing”, Türkçe karşılığı ile “psikolojik taciz”  kavramı üzerinde bilgi aktarmayı düşündüm.

“Mobbing” kişiyi iş yaşamından soğutarak uzaklaştırmak amacıyla yapılan sistematik bir saldırıdır. İşini çok iyi, hatta mükemmel yapan, olumlu bir kişilik yapısına sahip,  çevresinde sevilen, çalışma prensipleri olan ve bundan ödün vermeyen, dürüst, güvenilir ve çalıştığı kuruma sadık, bağımsız hareket eden ve yaratıcı kişiler, grup psikolojisi içerisinde hareket eden, düşmanlıktan hoşlanan, önyargılı kişi ya da kişilerce hedef alınır, topluluk içerisinde aşağılanır, alay edilir, yok sayılır, iletişim kurulmaz, türlü dedikodular üretilir, üzerine vazife olmayan ve üstesinden gelemeyeceği işler verilir ve başaramayacağı düşünülerek küçük düşürmeye çalışılır.  

“Mobbing” de kurban olarak seçilmiş tacize uğrayan kişi sorunlu, uyumsuz, akıl hastası olarak nitelendirilir. Zorba ve avaneleri  bu kanıyı kabul ettirmeye çalışırlar, şayiayı yayabildikleri ölçüde amaçlarına ulaşırlar ve  çalışanı işten ayrılmak zorunda bırakırlar. Mobbing, çalışanın işten ayrılması ile de son bulmaz, zira aynı sektörde yeni bir iş aradığında hakkında çıkartılan eski dedikodular peşini bırakmaz. Asi, uyumsuz, verimsiz olarak yediği damgayı silemez.  İş verilmez ya da verilse bile yine Mobbing’e maruz kalabilir.

Mobbing kurbanı kişi duygusal açıdan zedelenir, öz güven sorunu, korku, utanç, öfke ve endişe duyguları yaşar. Bu duygular Mobbing kurbanında depresyondan başlayıp, panik atak ve kalp krizine kadar götüren sağlık sorunları yaratabilir.

Mobbing işçi-işveren ilişkilerinde yaşandığı gibi kamu görevlileri arasında da yaşanabilmektedir. Bir araştırmaya göre; en çok yaşandığı ortamlar kar amacı gütmeyen kuruluşlar, okullar ve sağlık kuruluşlarıdır. İşsizlik oranının yüksek olduğu alanlarda çalışan vasıflı kişiler daha çok Mobbing’e maruz kalmaktadırlar.

Mobbing teşkil eden eylemler hukuk alanında da hüküm ve sonuç doğurur. Mobbing’e uğrayanın çektiği elem ve üzüntü zorba aleyhinde manevi tazminat sebebi sayılabileceği gibi,  fiziki ya da psikolojik saldırı kurbanın bedensel ve ruhsal bütünlüğünü  bozduğu ölçüde zorbaya cezai müeyyide uygulanmasını da gerektirebilir.

Fatih Selim Yurdakul
     


     

“Mey”, “Meyhane” ve “Muhabbet” üzerine.

“Mey”, “Meyhane” ve “Muhabbet” üzerine.

“Mey” Farsça kökenlidir, şarap anlamındadır (ağzı yassı bir zurna türüne de mey denir), tabiatıyla “meyhane” ise şarap içilen yer demektir.

“Muhabbet” ise Arapça kökenlidir, dostça konuşma, yarenlik manasına gelir. Habib (sevgili) sözcüğü ile aynı kökten türemiştir. Özü sevgidir, sevgiden gıda alır, beslenir. Muhabbet ettik dediğimizde, bir birimize olan sevgimizi ifade ettik, seviştik demek isteriz.    

Meyhanede mey içilir (şarap ya da rakı), muhabbet edilir, yarenlik edilir. Meyhane dostlar (bir birine sevgi ile bağlanmış), yarenler  meclisidir, Meyhanede yaşama dair  bir çok şey konuşulur, öğretilir, öğrenilir. Almak isteyene  oturma, yeme-içme adap ve erkanı verilir . Meyhanenin müdavimleri oturduğu  gibi düzgün kalkmasını bilen düstur sahibi zat-ı muhteremlerdir, başka türlü o mahsus mahalde mekan tutamazlar.

Meyhanede maksat karın doyurmak değildir, meyin yanında az biraz  meze yenir. Necati Cumalı’nın  “Tütün Zamanı” adlı öyküsünde  geçen şu tirat “ Yap işte bildiğin gibi bir şeyler ! Karın doyuracak değiliz, maksat biraz muhabbet olsun..” bunu anlatır.

Mey’in asıl dostu, olmazsa olmazı  muhabbettir. Mey dost ile içilir.

Meyin Türk Tasavvufunda, Divan ve Halk Edebiyatında da yeri vardır. Yer yer mistik bir anlam da yüklenir. Mey; meyhane dışında, yine dostlar meclisi diyebileceğimiz, Bektaşi Ayin-i Cemleri ve Mevlevi Ayinlerinde, semaha ve/veya semaya dönmeden, Ulu Yaradana El Açmadan önce, sınırlı miktarda içilir.  Maksat serhoş (çakır keyif) olmak değil, dem tutmaktır, kıvama gelmektir.

Diğer yandan; birilerince milli içkimiz olarak takdim edilen “ayran”ın dostlar meclisinde yeri yoktur, “ayran” içilmez.  Ayran yoğurttan mülhem bir meşrubattır,  harareti alır. Ancak, ayranın verdiği serinlik uzun soluklu değildir, özü, feri kesiktir. Bunun içindir ki ayran üzerine güzel Türkçemizde bir çok deyim ve ata sözü vardır; “ayran gönüllü” (geçici hevesleri olan), “ayranı kabarmış” (hiddetlenmiş), “ayran mı içtik ayrı düştük? ” (aramız mı bozuldu manasında)  gibi.

Mey de bizimdir (rakı ve şarap), ayran da. Her ikisi de Anadolu’da yaşamış, bu topraklarda bir birine geçmiş, hercü merc olmuş medeniyetlerin bizlere mirasıdır, armağanıdır. Türk İnsanı rakı, şarap da içer, ayran da. Neyi nerede içeceğini de pek ala bilir. Yeter ki birileri karışmasın.

Afiyetle kalın.

Fatih Selim Yurdakul

 



Liyakat kavramı üzerine.

Liyakat kavramı üzerine.

Bu yazımda “liyakat” kavramı üzerinde bir şeyler yazmayı arzu ettim. Gündelik yaşamda sıkça telaffuz edilen “liyakat” Arapça kökenli bir sözcük olup, yaraşırlık, uygunluk, layık olma, yeterlilik anlamlarında kullanılmaktadır. İngilizce karşılığı capacity, competence, suitability, merit sözcükleridir.

Liyakat; bürokraside de sıkça kullanılan bir terimdir. Bir göreve atanacak şahsın o görevi yapmaya ehil olup olmadığını ifade etmek amacıyla kullanılır. Bürokratik atamalarda liyakat esasına riayet edildiğinden bahsedilebilmesi; ancak ehil olanın tespiti sürecinde şeffaf bir yöntem izlenmesi, seçim kriterlerinin nesnel olması ve bu sürecin idari ve yargısal anlamda denetlenebilir olması halinde mümkündür. Atamaların bir kişinin ya da onun yetkilendirdiği bir güruhun subjektif değerlendirmesine (kişisel takdirine) bırakıldığı, zümreciliğin hakim kılındığı, sözde seçme sınavlarına hile karıştırıldığı, hile iddialarının ayyuka çıktığı, buna karşın gerek idari denetim gerekse yargı denetimi süreçlerinin işletilmediği, yolsuzluk iddialarının örtbas edildiği, tüm zorluklara karşın nesnel kriterleri sağlamış olanların (yazılı sınavlarda başarılı olanların) her türlü denetime kapalı mülakat sınavlarına tabi tutulduğu ve başarısız ilan edilerek elendiği ahvalde, liyakatten söz edilemez, zira bu durumda egemen olan kayırmacılıktır.

İnsan hakları, demokrasi ve bilimsel gelişmişlik düzeyi açısından ilerlemiş kabul edilen toplumlara baktığımızda, liyakat kavramına ne derece önem verdiklerini hemen fark ederiz. Kişi başına en fazla teknolojik buluşun yapıldığı İskandinav ülkelerinin yakaladığı gelişmişlik ve refah düzeyi tesadüfi değildir. O toplumlarda; kişisel sohbetlerde nereli olduğunuz, etnik kökeniniz, dini ve siyasi inancınız konuşulmaz, kimse aylık ya da yıllık kazancınızı sormaz, ne kadar mal varlığınız olduğunu sorgulamaz. Önemli olan birey olarak kazandığınız başarılar ve toplumsal yaşama  yaptığınız katkılardır. Bu nedenledir ki, ileri demokrasilerde hemşehricilik, cemaatçilik, particilik, belirli bir futbol kulübünün taraftarı olmak gibi kollektif kimlik tanımlamaları önem ifade etmez.

Sonuç olarak; ilerlememiz, ortak aklı hakim kılabilmemiz,  kayırmacılıktan vazgeçip, liyakate önem verdiğimiz ölçüde gerçekleşecektir. Yazıma Ziya Paşanın sözleri ile son veriyorum; "Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz / Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde" .      

Fatih Selim Yurdakul
   


“Kolektif nefret kültürü (nefret söylemi) ” üzerine.

“Kollektif nefret kültürü” üzerine.  

Kollektif nefret kültürü dünyada bir çok yerde toplulukların (kabilelerin, dinsel cemaatlerin, etnik grupların v.b.) bir birini kırması (tel’ini) ve/veya yok etmesine yönelik kalkışmaları, saldırıları tetiklemekte ve insanlık dışı trajediler yaşanmakta. Kara Afrika’da muhtelif topluluklar arasında yaşanan kabile savaşlarını, II. Dünya Savaşı sırasında Almanların Yahudilere uyguladığı  soykırımı, İrlanda’da yaşanan Katolik-Protestan çekişmesini, Hindistan’da yaşanan Hindu-Müslüman çatışmasını, hemen sınırımızda Suriye ve Irak’ta Müslümanlar arasında yaşanan Sünni-Şii ya da Sünni-Alevi kavgalarını, Türkiye’de 1978 de Maraş’ta, 1980 de Çorum’da 1993 de Sivas’ta (Madımak Oteli Faciası) yaşanan Alevilere yönelik saldırıları, gayri Müslim azınlıklara yönelik kitlesel ya da ferdi kırımları (1915’de Ermenilere, 1934 de Trakya Yahudilerine, 1955 de İstanbul’da Rumlara yönelik saldırıları), dine ve/veya tanrıya inanmayanlara, gay, lezbiyen, travesti ve transseksüellere yönelik saldırıları kollektif nefret kültürünün doğurduğu sonuçlara birkaç örnek olarak gösterebiliriz.

Kollektif nefret kültürü hangi ortamda yetişmektedir, sosyolojik sebepleri nelerdir, bu konuya eğilmekte fayda olduğu düşüncesindeyim. Kollektif nefret kültürü; yüzyıllar boyu süregelen sözel bir eğitim ve öğretim sürecinin ürünüdür. Nefret aşılama süreci yazılı metne dönüştürülmez, kulaktan kulağa fısıldanır, nesilden nesile aktarılır. Bu süreç siyasi otorite ve/veya dinsel otoriteyi temsil eden ruhban sınıfı tarafından yürütülür ve desteklenir, sürekli canlı tutulur, hedef kitle (etnik ya da dinsel topluluk, veyahut kabile) sürekli kötülenir, katli vacip mahlukatlar (Osmanlı’da Çaldıran seferi öncesi Ebussusud Efendinin Kızılbaşlar hakkında verdiği fetva gibi) olarak nitelendirilir, ötekileştirilir. Ötekileştirilenlerin hizaya çekilmesi, ehlileştirilmesi, kırımı ya da yok edilmesi caizdir, bu yönde eylemlere kalkışmaları hususunda diğer kesim el altından cesaretlendirilir, yüz yıllarca birlikte barış içerisinde yaşamış konu-komşu bir anda düşman olur, bir birini boğazladığında, kestiğinde, gözler görmez, kulaklar duymaz, vicdanlar sızlamaz .

Günümüzde toplumların kollektif nefret kültüründen arındırılması için okullarda okutulmakta olan resmi tarih kitaplarından kimi topluluklara, uluslara, etnik topluluklara ya da dini inanç gruplarına yönelik aşağılayıcı, horlayıcı, ayrıştırıcı, bölücü ve ötekileştirici ifadeler, nefret söylemleri çıkartılmakta. Bu uygulamalar olumlu olmakla birlikte tek başına yeterli değildir, zira bu illet yazılı kültürden ziyade sözel kültürden beslenmektedir.

Geri kalmış toplumlarda, başarı ve liyakate bakılmaz, akrabalık ilişkileri, belli bir etnik, siyasi ve/veya dini inanç grubuna dahil olmak gibi çeşitli klikler yaratılır, kliğe dahil olan makbuldür ve yükselmeyi hak eder, hariçte kalan ise dışlanır. Modern toplumlarda ise tam tersine bireyin başarısından ötürü öne çıkan kimliği esastır, kimsenin kökeni, siyasi ve dini inancı sorgulanmaz, böylesi bir ortamda kollektif  kimlik gelişemez.

Toplumların birlikte, barış ve sükun içerisinde yaşaması pek ala mümkündür, bunun en güzel örnekleri bireye hak ettiği değeri cinsiyetinden, dilinden, dininden, derisinin renginden ötürü değil, bizatihi  kendi başarısı ve eserinden hareketle veren laik toplumlardır.

Sözün özü; akıl ve bilimin egemen olduğu ortamda nefret söylemi boy veremez,  kalkınma ve modernleşme ancak akıl ve bilim sayesinde olur.

Fatih Selim Yurdakul

     


“Kemalizm” üzerine .

“Kemalizm” üzerine .

Kemalizm hakkında son zamanlarda yazılanlar ve söylenenlere bakıldığında, Kemalizm’in diktatoryal bir siyasi yaklaşım olarak ele alındığı ve zihinlerden zinhar silinmesi gerektiği algısı yaratılmak istendiği gözlemlenmektedir. Kemalizm hakkında yürütülen söz konusu kara propaganda nedeniyle bu yazımda Kemalizm hakkında bir  şeyler aktarmak istedim.

Kemalizm ya da Kemalist kavramı siyaset bilimi terminolojisine ne zaman ve nasıl girmiştir, önce bu konuya eğilmek gerekir.

Kemalist sıfatının ilk kez  Kurtuluş Savaşı devam ederken Damat Ferit Paşa ile itilaf Devletleri arasındaki yazışmalarda kullanıldığını, iç ve dış düşmanlar nezdinde Kurtuluş Savaşının liderinin Mustafa Kemal olduğu ve O’nunla birlikte savaşanların Kemalist olarak ifade edildiğini görmekteyiz.

Ulusal Bağımsızlık kazanıldıktan sonra Batı Basınının Türkiye’de geçerli rejimden, özellikle emperyalizme karşı verilen savaş ve kazanılan utkudan, aydınlanma ve kalkınma  çabalarından bahsederken hep Kemalizm’e vurgu yapmaktadır. Aşağıya aktardığım; Atatürk’ün ölümünü takiben Batı Basınında yer almış yazılarda, bakınız Kemalizm nasıl tanımlanıyor?

Fransız Profesörü Maurice BAUMANT
Eski Osmanlı imparatorluğu bir hayal gibi ortadan silinirken, millî bir Türk Devleti'nin kuruluşu, bu çağın en şaşırtıcı başarılarından birisidir. Mustafa Kemal, yüce bir eser ortaya koymuştur. Türk milliyetçiliğinin zaferi bütün Asya'da meyvesini vermiş ve Kemalizm'in parlak başarısı bütün sömürgeler için bir örnek olmuştur.

Fransız Yazarı Gerrad Tongas
Kemalizm hızlı gelişme yolunu keşfetti ve ispat etti ki, yalnız bir kuşakta disiplinli bir eğitim ile halkçı büyük bir uygarlık geliştirebilir. Bu, insanlığa denenmiş bir felsefe örneği olarak sunulabilir. Kemalizm yüzyıllara sığabilecek işleri on yılda tamamladı.
The Financial Times (İngiltere)
Kemalist Türkiye, bir milletin sağlam bir ekonomik siyaset güderek devletler arasında yakışır olduğu şerefli yeri nasıl kazanabileceğini bütün cihana göstermiştir.
Vernon Barlett (İngiltere)
Atatürk'ün ıslahatı devamlı olacaktır. Zira bu ıslahat, savaştan önce kendisini tanımış olanlar için hemen hemen tanınamayacak derecede değişmiş olan Türkiye'yi çökmüş bir memleket halinden kuvvetli ve tek düşmanı kalmadan bırakmıştır. Bu, zamanımızın hiçbir şahsiyetinin başaramadığı şeydir."
Sonuç olarak; "Kemalizm" Türklerin kurdukları son Cumhuriyet için emperyalistlere ve işgalcilere  karşı verdiği bağımsızlık savaşının, Türk Halkının esir olmaktansa ölmeyi yeğleğeceğinin tüm dünyaya ilanının, savaştan sonra yürütülen aydınlanma ve kalkınma mücadelesinin ve dış siyasette yürütülen “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” politikasının, Ulu Önder Atatürk’ün bizlere bıraktığı manevi mirası “Bilim ve Aklın” ifadesidir.

Fatih Selim Yurdakul

   

Kaos üzerine

Kaos üzerine,

Kaos Yunanca Khaos sözcüğünden tüm Batı dillerine ve dilimize geçmiş bir kavramdır, siyaset biliminde ve sosyolojide düzensizlik, karmaşa anlamındadır, anlaşılamayan bir durumu ifade etmek üzere kullanılır.

Müspet bilimlerden Fizik ve Matematik’te de düzensiz ve birbirinden bağımsız hareket eden değişkenlerin yarattığı kimi sonuçları, nedenlerini araştırmak üzere yapılan çalışmalar  kaos kuramı ile ifade edilir.

Kaos adını verdiğimiz yapı her ne kadar düzensiz görünüyor ya da algılanıyor olsa da kaos ve düzen bir birine sıkı sıkıya bağlıdır. Kaos içerisinde var olan ve  sürekli değişkenlik arz eden değişkenler dahi bir düzen içerisinde hareket eder ve netice itibariyle çevremizde fiziksel ve maddi anlamda  sonuç yaratırlar.

Büyük Patlama (Big Bang) sonucu ortaya çıkmış ilk maddenin (kütlenin) ortaya çıkışını anlayabilmek amacıyla yürütülen CERN Projesi çerçevesinde Büyük Patlamanın (Big Bang) simulasyonu gerçekleştirilmiş ve dünyanın oluşumundaki ilk kütleye ulaşılmaya çalışılmıştır. 4 Temmuz 2012 tarihindeki simulasyonda elde edilen  parçacığa Higgs Bozonu adı verilmiş ve bu parçacığın Büyük Patlama (Big Bang) sonucu ortaya çıkmış ilk kütle (madde) olabileceği açıklanmıştır.

Kaos sözel manada eldeki teknik veri ve  imkanlarla açıklanamayan bir durumu ifade eder. Bilim ve teknolojinin ilerlemesiyle bir kaotik oluşuma etki eden, bir birinden bağımsız hareket eder gibi görünen ya da öyle algıladığımız değişkenler algılanabildiği, anlaşılabildiği ve izah edilebildiği ölçüde kaos (öngörülemezlik) yok olur, gözümüzdeki perde kalkar ve aydınlığa kavuşuruz.

Uluslararası camiada Kaos bir toplumu ya da bir bölgeyi geri bırakmak, yıkmak, yakmak ve dağıtmak için de kullanılır. Emperyal güçler yarattıkları, bilgi kirliliği, belirsizlik ve düzensizlik ortamı içerisinde hedef kitleyi  istikrasızlaştırır, kitleyi küçük parçalara ayırmak amacıyla etnik ve dini çatışmalar yaratır, binlerce yıldır birlikte barış içerisinde yaşamış insanları bir birine düşman eder ve  bir daha bir birinin yüzüne bakamayacak, bir araya gelmeyecek hale getirir.

Aklı, bilimi reddeden, dogma ve hurafelerle yaşamayı yeğleyen toplumlar kaos içerisinde yaşamaya, birilerinin boyunduruğu altında çile çekmeye devam edeceklerdir.

Kaosa sürüklenmemenin ve/veya  kaostan çıkışın tek çaresi ise aklın ve bilimin egemenliğine inanmak, Ulu Önder Atatürk’ün dediği gibi “fikri hür vicdanı hür nesiller yetiştirmektir.

Fatih Selim Yurdakul



Kadına Yönelik Şiddet üzerine

Kadına Yönelik Şiddet üzerine

Cumhuriyet öncesi eğitilmemiş, cahil, ümmi (okur-yazar olmayan) nüfusun neredeyse %99’u kadınlardan oluşmakta idi. Bu onların ayıbı değildi. Ayıp;  kadınlara değer vermeyen, onları kafeslerin arkasına kapatan, eğitim olanağı vermeyen, iş yaşamına katılmasına müsaade etmeyen, siyasal yaşamda doğal karşıtı erkeklere tanınmış olan seçme-seçilme hakkını kadınlara reva görmeyen, özetle onlara birey olma fırsatı vermeyen bağnazlarındı.

Cumhuriyetle birlikte Ulu Önder Atatürk kadınlarımızın tıpkı erkekler gibi eşit haklara sahip olmaları yönünde bir dizi adımlar attı. Kadınlara seçme ve seçilme hakkı bir çok batılı devletten çok önce tanındı. Kadınların eğitimine önem verildi, kadınlarımız her meslek gurubunda, çalışma yaşamının her alanında üstün başarılar gösterdiler. Basit örnekler verecek olursam; yakın bir zamana kadar üniversitelerdeki kadın akademisyenlerin ve ülke genelinde kadın avukatların erkeklere oranı bırakın Avrupa’yı belki de  dünyada en yüksek ülke konumunda idik.

Son yıllarda kadınların çalışma yaşamından uzaklaştırılması ve tekrar eve kapatılması düşüncesi el altından pazarlanmakta. Üç çocuk, üç de yetmez beş çocuk, altı olsa dahi iyi olur önerileri havada uçuşmakta. Kız çocuklarımız okula gönderilmemekte, erken (çocuk) yaşta evlenmeye zorlanmakta. Çocuk gelinlerin, evli kadınların tümüne oranı inanılmaz boyutlarda. Kadınlarımız çalışma yaşamından kopartılmakta, büyük bir çoğunluğu ise çalışmayı, kendi ayakları üzerinde durabilmeyi, kendi karnını doyurabilmeyi, başkasına muhtaç olmamayı, kendi kaderini tayin edebilmeyi, birey olabilmeyi  hayal dahi edememekte. Böylesi bir ortamda kadınlar erkek egemen toplumda köleleştirilmekte, bastırılmakta ve her türlü gayri-insani muameleye maruz kalmakta. Canı yandığında sesini çıkarmaya yeltendiğinde demir yumruk tepelerine inmekte ve cehennem azabı çektirilmeye devam edilmekte. Televizyonlar her gün kadına yönelik şiddeti haber yapmakta, şehit haberleri gibi şiddet mağduru ve/veya kurbanı kadınların haberleri de sıradanlaştırılmakta ve toplum buna mecburmuş gibi uyuşturulmakta, bu duruma alıştırılmakta. Şiddete maruz kalmış veya maruz kalma ihtimali olan kadınlar Mahkemeler, Cumhuriyet Savcılıkları, Polis ve sair kamu kurumlarınca yeterince korunmamakta, şikayetleri ciddiye alınmamakta, şiddet uygulayan  failler hak etmediği halde ceza indirimlerinden istifade ettirilmekte ve cesaretlendirilmekte.

Kadına yönelik şiddeti sona erdirmeye ve çocukların evlenmeye zorlanmalarını önlemeye yönelik somut, etkin ve sonuç odaklı bir çalışma yürütülmemekte ve her iki fenomen de kadınların alın yazısıymış gibi bir algı, bir yanılsama hali yaratılmaya çalışılmakta. Bu umursamazlık ve duyarsızlık toplumda derin ve onulmaz yaralar açmakta. Yeni nesiller bu durumu normalmiş gibi görmekte, genç erkekler kadına karşı şiddete daha çok başvurmakta, kadınlar ise çoğu kez bu duruma boyun eğmekte, hayat kendileri açısından iyice çekilmez bir hale gelinceye değin seslerini çıkarmamakta.

Sonuç olarak kadına yönelik şiddet toplumsal bir hastalık haline dönüşmekte. Gelecek nesilleri bu illetten kurtarmanın tek çaresi ise tüm yurttaşlara baskıcı olmayan, sorgulayıcı ve özgür düşünceyi esas alan bir eğitim vermek. Tüm bireyler, ilk okuldan üniversiteye kadar bilim ve aklın ışığı ile aydınlatılırsa, o zaman üretken ve yaratıcı bir topluma dönüşebiliriz. Aydınlanmayı başaramaz isek Cumhuriyetin tüm kazanımlarını kaybedeceğimiz ve tekrar Ortaçağın karanlığına doğru gerileyeceğimiz aşikar.


Fatih Selim Yurdakul

İfade özgürlüğü üzerine .

İfade özgürlüğü üzerine .

İfade özgürlüğü en genel tanımıyla her türlü düşüncenin herhangi bir sınırlamaya tabi olmaksızın ifade edilebilmesidir.

İfade özgürlüğü çağımızda evrensel hukuk metinlerinde de (Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği) düzenlenmiştir. Mevzuatın ayrıntısı ile sizleri meşgul etmeyeceğim. Ancak tarihçesinden bahsetmekte fayda var. Kavramsal anlamda ifade özgürlüğüne ilk vurgu yapan Ahlak Felsefesinin kurucusu kabul edilen İyonyalı düşünür Sokrates’tir. Sokrates; M.Ö. 399 yılında aleyhinde açılan bir davada  şehrin tanrılarına inanmamak, onların yerlerine başka tanrılar koymak ve bu yolla gençleri zehirlemekle” suçlanır . Oysa Sokrates’in ifade ettiği,  “bilmediğini bildiğidir”, diğer bir anlatımla, “kendi cehaletinin farkında olduğu”dur. Sokrates; geliştirdiği “sınamadan geçirmek” ya da “çürütmek” adı verilen (elenchos) mantıksal uslamlama yöntemi ile şehir tanrıları ile müminleri arasında aracılık eden sözde bilgelerin (clericals) bir şey bilmediklerini, dahası bilmediklerinin de (cehaletlerinin de) farkında olmadıklarını  savunmuştur. Sokrates; hakkında açılan davada pişmanlık getirdiğini beyan etmesi halinde bağışlanacağı söylendiği halde ileri sürdüğü düşüncelerinden vazgeçmemiş ve idama mahkum edilmiştir. Cezası baldıran otu şerbeti içirilecek (zehirlenerek) infaz edilmiştir.

İfade özgürlüğünün olmadığı yerde düşünceler mahkumdur, sesleri kısılmıştır, serpilemez, ışıtamaz, ısıtamazlar. Mevsim kıştır.

Düşünce ve düşüncenin ifadesi; dünyamıza hayat veren güneş gibidir. İfade özgürlüğünün olmadığı her yer karanlıktır, kaygandır, soğuktur ve yaşam durağanlaşmış, ölüme doğru yelken açmıştır.   

Sözün özü; düşünme ve düşündüğünü ifade etme özgürlüğünün olmadığı toplumlar kendini yenileyemez, çağdaş gelişmelere uzak kalırlar. Giderek yalnızlaşır ve tarih sahnesinden çekilirler. Sağlıklı, Ulu Önder Atatürk’ün tanımladığı  “fikri ve vicdanı hür nesiller” yetiştirebilmemiz ancak ifade özgürlüğü ile mümkün olacaktır.

Saygılarımla.

Fatih Selim Yurdakul

    


    

“Hukuk”, “kanun”, "hukuk devleti", "kanun devleti", “vicdan” ve “adalet” kavramları üzerine.

“Hukuk”, “kanun”,  “vicdan” ve “adalet” kavramları üzerine.

“Hukuk”,  Arapça kökenli bir sözcük olan “hak” sözcüğünün çoğuludur. Diğer bir ifadeyle hakların bütünü olarak tanımlanabilir.

“Kanun” , Yunanca kökenli “kanon” (κανων) kelimesinden türemiştir. Modern Türkçe’de “yasa” sözcüğü ile eş anlamlıdır. Usulünce kabul edilmiş ve yürürlüğe girmiş kural ya da kurallar bütünüdür.

Kanun ile hukuk aynı anlamı taşımaz.  Bu bağlamda; hukuk devleti ile kanun devleti tanımlamaları da farklıdır. İnsan yaşamını ve insan haklarını en üstün değer olarak kabul eden bir düzen hukuk devletidir.  Buna karşın mihenk olarak insanı gözetmeyen bir düzen, örneğin “engellilerin ya da belirli bir etnik topluluğun kısırlaştırılmasına izin veren (Nazi Almanya’sında yaşanmıştır) ve bunu yasalaştıran bir düzen kanun devletidir, hukuk devleti değildir. Hukuk devletinde en kutsal değerler, kanunen henüz koruma altına alınmamış olsa bile, hukukun genel ilkeleridir, insan haklarıdır (yaşam hakkı, vücut bütünlüğünün korunması, özel yaşamın gizliliği v.b.).

“Vicdan”, Arapça kökenli bu sözcük “bulma”, “keşfetme”, “Tanrı aşkı ile dolma”, “gönül şehadeti” anlamındadır. Yaptığımız her işi denetleyen, yargılayan, yeri geldiğinde engelleyen ya da yapmamız yönünde cesaretlendiren, bizi maddi hakikati aramaya ve bulmaya yönlendiren iç benliğimizdir. Yunus Emre’nin “Bir ben vardır bende,  benden içeri” deyişinde tasvir etmeye çalıştığı ruh halidir. “Tanrı sevgisi” ya da “sevgi” olarak da nitelendirilebilir.

“Adalet”, Arapça’dan Türkçeye geçmiş olan bu sözcük yaptığımız her işte  “hak gözetmek” , “adil olmak” anlamındadır.

Sözün özü; icra edilen bir eylem; kişilerin yüreğinde sevgi uyandırdığı ve vicdanları ısıttığı ölçüde adildir, adaletin tesisi yasa yapmak ve uygulamakla değil, hukuku ve hukukun artık ayrılmaz bir parçası olan insan haklarını en üstün değer kılarak mümkündür.

Fatih Selim Yurdakul